Öne Çıkan Yayın

kelime videoları

https://www.youtube.com/channel/UC91Wrsi_25Ts3280rX8CLDw                                               ...

30 Haziran 2014 Pazartesi

kaliteli bir youtube kanalı

her türlü dil yardımı için çok kaliteli paylaşımların yapıldığı bir youtube kanalı

http://www.youtube.com/channel/UCJLXzf-xJ47GM1F0q1zSxCw



İngilizce

Fransızca

almanca

İtalyanca

arapça

farsça

Osmanlıca

İspanyolca

Portekizce

rusça

gramer, pratik,reading,kelime

27 Haziran 2014 Cuma

Türkçede hayvan isimleri etimoloji

Türkçede hayvan isimleri

Bilinen tarihi 5000-7000 yıl geriye giden Türkçe’nin bazı kelimeleri zaman içinde bazı ses değişikliklerine uğramıştır. Bu durum bilimsel olarak son derece normaldir. Fakat bir kelime ne kadar fazla ses değişimine uğramış olursa olsun yine de o kelimeyi ilk dönemlerden itibaren takip edebileceğimiz bazı sesler muhafaza edilmiştir.
Biz bu çalışmamızda dilimizdeki hayvan isimlerini konu aldık. Burada önce etimolojik sözlükler yardımıyla kelimenin etimolojik ve morfolojik yapısı üzerinde duracak, daha sonra ise tarihi dönemler içinde nasıl kullanıldığını anlamak için belli başlı eserlerde o kelimenin yazımını ve kullanımını inceleyeceğiz. Ayrıca ele aldığımız hayvan isimlerinin diğer lehçelerdeki durumunu da belirteceğiz.Bu kısa girişten sonra şimdi asıl konumuza geçebiliriz:
Tavşan: Az.dovşan, Tkm.tovşan, Tar.toşkan, Yak.tabısxān. Es.Kıp.tawşan.
Eski Türkçeden başlayarak kullanılmıştır(tavışgan.). Yaygın bir inanışa göre, Türkçe tabış-, tavış- kökünden “-gan” sıfat fiil eki türemiştir ki bu kök “koşmak, atlamak, sıçramak” anlamına gelmektedir.(Bang: Tùràn 1918,s. 298; Şçerbak: İRLTJa 136-137)
DLT’de “tawış” duygu, kımıldanma olarak ifade edilmektedir. Tavşanın da aniden kımıldayıp hızla fırlayan bir hayvan olduğu düşünülürse bu gün kullandığımız tavşan kelimesinin gelişimini şu şekilde izah edebiliriz:
Tabış-gan>tawış-gan>tavış-gan>tavış-an>tavşan. Anadolu ağızlarında bu kelimeye “davışan”  şeklinde de rastlamaktayız. Kelime başı t-d değişikliği malumdur. Bu da bize yukarıdaki morfolojik açılımın doğruluğunu gösterir. Bugün kullandığımız “depreşmek, deprem” kelimeleri de kımıldamak, hareketlenmek anlamındadır. Dilimizde meydana gelen t-d, b-p, b-v değişikliklerinden hareketle bu iki kelimenin de DLT’de geçen “tawış” kelimesinden türediği söylenebilir.
H.Eren Oğuzların tavşan, Kıpçakların ise koyan biçimini kullandıklarını söyler ki aynı kelime Codex’te koyan şeklinde geçer. Şimdi de bu kelimenin belli başlı eserlerde nasıl geçtiğine bakalım:
Kiyik yiyü tabışġan yiyü olurur ertimiz. (OA 66/7)
Tawışgan:Tawşan (DLT 1/512)
Üze tavışgan yıl bişinç ayın, tüpüt tilintin uygur tilinge ewirtim.(AY. 30/7)
Gelür idi ţavşan elinden bayıķ
Ki ţavşancıla egmeyeydi bıyık.     (SN 3633)
Uçardan ķaz tavuķ, yorırdan geyik ţavşan bu havluya ţoldurup Oğuz yigitlerine bunu dām itmiş –idi. (DKH 255/4)
Türk dilinin önemli eserlerinden biri olan Kutadgu Bilig’de ise tavşan kelimesine rastlamıyoruz. Fakat bazı beyitlerde “acele etmek” anlamına gelen “tavra-k” kelimesi geçer. Bu kelime ile tavşanın aynı kökten türediği düşünülebilir:
Teşi teg yimegil yime tavrakın
Silig bolma artuk tişi teg sakın (Yerken obur gibi yeme ve acele etme. Fakat dişi gibi de nazlanma.)
Kurt: Az. kurt, Tkm.gürt, Kzk.kurt, KKlp.kurt, Alt.Tel.Şor.Tar.kurt, Yuygr.kurut
Diğer lehçelerde yumuşak vücutlu uzun gövdeli böcek anlamında iken Oğuzlarda “yırtıcı hayvan” anlamında kullanılmıştır. Bugün de hem yırtıcı hayvan hem de yumuşak vücutlu böcek (elma kurdu) anlamında kullanılmaktadır. Türkler arasında başlangıçta kurda “böri” denilmektedir. Bu kelimenin etimolojisi üzerinde herhangi bir görüş ileri sürülmüş değildir. Eserlerde ise şu şekillerde geçer:
Kurt: Solucan soyundan hayvanlar. Oğuzlar böriye kurt derler. (DLT C.1 342/16)
Kamuġ nengi kördüm öz ügrün yorır.
Kişi yılķı ķuş kurt öz ügrin bilir. (Nereye baktımsa her mahlukun kendi cinsi ile gezdiğini gördüm. İnsan, hayvan, kurt, kuş kendi cinsini bilir. KB 4196)
Tevşilür::yiring bolup emişip….kurt (AY 366/16)
Sıntın::açkız kurt konguz ig kege (AY 332/4)
Etleri çüridi taqı on ming gurt teninde peyda boldı erse bu iblis şeher halkınġa aydı. (NF 331/2)
Köngli açılsun, tėp alıp sahraga çıgtılar. Taqı Yûsufnı böri yidi tep keldiler. (NF 1112/10)
Yaz u kış yabānlarda ķoyun u ķurt
Tutarlar idi bir aracuhda yurt. (SN 4534)
Semüz ķoyun aruķ toķlı bayurda kalsa kurt gelüp yime-idi. (DKH 57/3)
Görüldüğü gibi Oğuz eserlerinde  “kurt” yabanî hayvan anlamında kullanılmaktadır.
Koyun: Tkm.goyun, Blk.koy, Nog.koy, Krg.koy, KKlp.koy, Hak.xoy, Tuv.xoy, Tat.koy
Eski Türkçe’den itibaren kullanılmıştır (kon). Orta Türkçe döneminde koy şeklinde kullanılmıştır. H.Eren’e göre bugün kullandığımız koyun kelimesi –(u)n küçültme ekiyle yapılmış bir türevdir.
Pedersen bu kelimenin Ermenice xoy’dan geldiğini söylemiştir. Moğolcada görülen qonin  biçimi ise eski bir Türk kalma bir alıntıdır Eren’e göre.
Tengri küç birtük üçün ķangım ķaġan böri teg ermiş, yaġısı ķony teg ermiş. (OA 12/7)
Bundan başka türkler koyuna koy, argular kon der. (DLT C1 31/22)
Koy ärdi: Koyunlar başıboş halde yayılmak için çıktı. (DLT C1 173/3)
Budun ķoy sanı albegi ķoyçısı
Baġrsaķ kerek ķoyka koy kütçisi (Halk koyun gibidir. Bey onun çobanıdır. Çoban koyunlara dikkatli olmalıdır. KB 1412)
İlin iti tüzdi bayudı bodun
Böri ķoy bile suvladı ol odün (Böylece hükümdar memleketini düzenledi. Halkı zenginleşti. Kurt ile kuzu aynı yerden su içti. KB 449)
….tılgagınta ud koyn tonguz kaz ödirek takıguda ulatı. (AY 4/11-12)
…tegdükte koyunıntın bir kagda…(AY 6/8)
yemä kördi ämäri tınlıglar yunt ud çoqar qoy lazgın ulatı tınlıglar ölürür(İKP)
goynı boġuzladı taqı bişürdi. (NF 254/1)
aydı:munça malnı neteg berürsiz Bu bizke bir goy boġuzladı, muna ekki goy bahası bersek yetmezmü.(NF 254/4)
Yaz u kış yabānlarda ķoyun u ķurt
Tutarlar idi bir aracuhda yurt. (SN 4534)
Kara kiçe altına döşediler ķara ķoyun yahnısından öŋine getürdiler.(DKH 11/11)
tişi koy:ana koyun, koy sürükü: koyun derisi (KLS)
Eşek: Tkm.eşek, Blk.eşek, Nog.eşek, Krg.eşek,Kzk.esäk, Şor eştek, Çuv.aşak, ÖzbA eşak
Eski Türkçe’den itibaren kullanılır(eşgek). Orta Türkçe döneminde ise eşgek, eşyek olarak geçer. Kökeni hususunda dil bilimcileri tarafından değişik görüşler ileri sürülmüştür. Doerfer (TMEN 486) eşek sözünün büyük bir olasılıkla Türkçe bir türev olduğunu dile geitrmiştir, Bang’ın açıkladığı gibi eş sözünün –gek, -ek küçültme eki ile yapıldığını yazmıştır (UAJb 40: 246). Clauson da aynı görüştedir. (TAYB 1966). Gabain ise iş, eş kökünden –kek ekiyle yapıldığını bildirmiştir (AG 62/59)
H.Eren, hazırladığı etimolojik sözlükte yukarıda sıraladığımız görüşleri belirtmekle yatinmiş bu kelimenin etimolojisi hakkında herhangi bir görüş ileri sürmemiştir. Eşek kelimesinin belli başlı eserlerde kullanımına gelince:
Eşyek: Eşek. Eşgek de denir. Y harfi ile söylemek daha fasihtir. (DLT C1 114/6)
Togar eşyek üze artıldı: dağarcık eşeğin üzerine atıldı. (DLT C1 311/13)
Andaġ kelür kim Süleymān Peyġambar asnıng matbahında her kün tört ming eşek yüki buġday hurc bolur erdi.(NF 211/1)
Eder: taqı yügeni aruġluġ qatırdın kiçiġrek eşekdin uluġraq yüzi ādami yüzi mengizlig gudgurı tagı tuynagı inek gudrugınga ve taġı tuynaglarınga mengzer.(NF 53/2)
Kara eşek başına uyan ursan ķatır olmaz, ķaravaşa ton geyürsen ķadın olmaz. (DKH 3/6)
Sevinür cühud işidicek döşek
Sanurdı at arpa yiye ol eşek (SN 3342)
Katır: Az.gatır, Tkm.gatır, Nog.katır. Tat.kaçir, KKAlp.kaşır, Kzk.kaşır. Krz.kaçır, Özb.xaçir
H.Eren bu kelimenin bu kelimenin Türkçe kat- kökünden türediği yolundaki görüşlerin düşündürücü olduğunu söyler. Bu kelimenin Türkçe’den Moğolca’ya qaçir şeklinde geçtiğini söyleyen Eren, Türkçe’deki t’lerin i ünlüsü ile birleşince ç’ye dönmesini kuralını hatırlatır ve bu geçişin doğru olduğunu belirtir. Yine bazı çağdaş diyalektlerde kelimenin qaçir şeklinde geçmesi bu durumun kanıtıdır. Diğer dilcilerin de bu görüşlerde olduğunu vurgulayan H. Eren sadece isim zikretmekle yetinmiştir. Bu isimler: Şçerbak: İRLTja 95; Ligeti:AOH 19; Rasanen: V 242a; Clauson: ED 604 a.
Katır kelimesinin edebi eserlerimizde nasıl kullanıldığına bakmak istersek göreceğimiz tablo şudur:
Katır (DLT C1 364/10)
Katırlıġ, Katırlıġ er: katır sahibi kişi (DLT C3 302/19)
Tirldi tümen ming tolu köp titir
Yazıda ķalın yond aķurda ķatır. (Binlerce seçme dişi deve, ovada kalabalık at srürüleri ve akında katırlar toplanmıştır. KB 5370)
Peyġambarga bir aq qatır birle ıda berip turur edi. (NF 82/12)
Tagı safa ve merve arasında qatır minip tekebbür birle yörigen kişige ohşattım taqı aydım. (NF 374/4)
Cühüd gördi gügercin öpüşin
Hiç anlamadı ķatırın depişin. (SN 3306)
Attan inip tacir tonın geydiler. Bazirgan suretinde ķatır çektiler. (DKH 283/13)
Erün ağırın yiynüsin at bilür. Ağır yükler zahmetin ķatır bilür. (DKH 5/6)
Yukarıdaki örneklere dikkat edersek atın binek hayvanı olarak, katırın ise daha çok yük hayvanı olarak kullanıldığını görürüz.
Ayı: Tkm.ayı, Blk.ayıw, Nog.ayuv, KKlpk.ayıw, TatK.ayû, Özb.åyig, Krg.ayû, Hak.azığ, Tuv.adığ
Kökeni hakkında kesin bir görüş ileri sürülmüş değildir. K.Mahmut’a göre Oğuzlar, Kıpçaklar, Yağmalar ayığ biçimini kullanırlar. H. Eren’e göre Sibirya Türkleri, özellikle Yakutlar ayıya karşı özel bir saygı duymuşlardır. Bu saygı dolayısıyla Türkler arasında bir takım söz yasakları meydana gelmiştir. Bu yasaklar sonunda da birçok ad unutulmuş, bunların yerini yeni birtakım kavramlar almıştır. Yine Kaşgarlı Mahmut’un tanıklığına göre, Kıpçaklar ayığ adını kullandıkları gibi, ayıya apa adını da veriyorlardı. Bu kelime ise lehçelerde “ata, ana, büyük kardeş” gibi saygı taşıyan anlamlarda kullanılmaktadır.
Awçı neçe al bilse adhığ ança yol bilir. (DLT C1 63/11)
Böri tilkü arslan adıġ ya tonguz
Seningdin ķutulmaz ölür avda tüz. (Kurt,tilki arslan, ay, veya domuz hçibiri senin elinden kurtulamaz. Hepsini de avlar, öldürürsün. KB 5376)
Ķayalar dibinde yügürürdi çoh
Şol ayu bigi kim yimiş ola oh. (SN 4068)
Tilki: Tkm.tilki, Nog.Tülki, Blk.Tülkü, Özb.Tulki, KKlp.tülki, Kzk.tülki, Krg.tülkü, Bşk.tölkö, TatK.tölkö, Şor tülkü, Hak.tülgü, Tuv.gilgi, Çuv.tilé
Görüldüğü gibi bütün lehçelerde kullanımı neredeyse aynıdır. Sadece Yakutça’da sasıl biçiminde kullanılmıştır. Bir görüşe göre eski Türkçe tük(tüg, tüy) kökünden –li, lü yapım ekiyle türemiştir. H.Eren bu görüşe karşı çıkarve bugün kullandığımız “-lı,-lü” ekinin eskiden “-lıg, -lüg” olduğunu söyler.
Diğer birçok kelimde olduğu gibi H. Eren burada da herhangi bir görüş ileri sürmez. Fakat ek sonlarındaki g’nin düşmesi gayet doğaldır. Tilki ise tüylü bir havyandır. Bu kelime tüġlüġ<tüğlüğ<tüylüy<tüylü şeklinde türemiş olabilir. Metinlerdeki kullanımına gelince:
Tilkü öz inge ürse udhuz bolur: tilki kendi yuvasını hor görse uyuz olur.(DLT C1 54/24)
Taygan yügürgenni tilkü sewmes:tazı yürüyüşünü tilki sevmez.(DLT C2 15/23)
Yana alçı bolsa ķızıl tilkü teg
Titir buġrası teg kör öç sürse keg. (Aynı zamanda kırmızı tilki gibi hilekar olmalı, deve aygırı gibi kin ve öç gütmelidir. KB 2312)
İrbiz tilkü korsak yuy kara kuş ulatı et yideçi kan içdeçi tınlıglar barmış. (AY 599/16)
Tilküning aşı erser yalanguz yintem isig et kan erür.(AY 610/15)
Gerek dilkü bigi çevüklik idem
Azıdam bu iti vü öte gidem. (SN 3269)
Kısaltmalar
AG: Altürkische Grammatik
AY: Altun Yaruk
DKH: Dede Korkut Hikayeleri
DLT: Divanü Lûgat-it Türk
İKP:İyi ve Kötü Prens Öyküsü
KB: Kutadgu Bilig
SN: Süheyl ü Nevbahar
OA: Orhun Abideleri
UAJb: Ural – Altaische Jahrbücher
AOH: Acta Orientala Academia Scientiarum Hungaricae
Sedat BALYEMEZ

25 Haziran 2014 Çarşamba

Türkçenin Güncel Sorunları

Prof. Dr. Cahit KAVCAR.
GİRİŞ
 
İnsanın yaşamında ve kişilik gelişiminde ana dilinin çok önemli bir yeri vardır. Dili yeterli düzeyde olan kişiler genellikle daha sağlıklı ilişki kurarlar, hayatta daha çok başarılı olurlar. Kendi dilini iyi bilip düzgün kullanmanın önemli bir yararı da yabancı bir dili öğrenmeyi kolaylaştırmasıdır. Gerçekten, etkili bir yabancı dil öğretiminin altyapısını, iyi bir ana dili eğitimi oluşturur.
Türk edebiyatının tanınmış şairlerinden Yahya Kemal’in “Türkçe ağzımda annemin sütüdür” diyerek yücelttiği, Fazıl Hüsnü Dağlarca’nın ise “Türkçem benim ses bayrağım” diyerek hem yücelttiği hem de kutsallaştırdığı dilimize bugün gerekli özeni gösteriyor muyuz? İnsanlarımızda bugün Türkçe sevgisi, ana dili duygusu, dil bilinci ve duyarlığı yeterince var mı? Bu soruların iyice düşünülmesi, sürekli göz önünde tutulması gerekir.
Dil öğrenimi beyni, dolayısıyla düşünceyi değiştirir, biçimlendirir. Sosyal yapının iç dokusunu ana dili oluşturur. Oysa Türkçemiz giderek zayıflıyor, güdükleşiyor. Bugün Türkiye’de çevre kirlenmesi, hava kirlenmesi, siyaset kirlenmesi gibi çeşitli kirlenmelerin yanı sıra, bir de “dil kirlenmesi” vardır. Dil duyarlığı ve dil bilinci bakımından görülen eksikler, Türkçenin geleceği için ciddî bir tehlikedir.

BAŞLICA SORUNLAR

Bugün Türkçemizle ilgili başlıca güncel sorunları şöyle sıralayabiliriz: Özensizlik ve yanlış kullanım, yabancı sözcük tutkusu, yabancı dil öğretimi ile yabancı dilde öğretimi birbirine karıştırma, Türkçenin bilim dili olmadığı görüşü, Türkçe öğretimindeki yetersizlik, sözcük ve terim üretimindeki yetersizlik, öğretmen faktörü.
1. Özensizlik ve Yanlış Kullanım
Dilimizin sözlü ve yazılı kullanımında akıl almayacak yanlışlar yapılıyor. Kurallarına uygun, doğru ve düzgün kullanılmıyor Türkçe. İlköğretimden yükseköğretime kadar okullarımızda görülen Türkçe yetersizlikleri, üniversite öğrencilerimizde bile sık sık göze çarpan sözlü ve yazılı anlatım kusurları, bozuk cümleler ve söyleyiş yanlışları, bir dilekçe yazarken yapılan yanlışlar, resmî yazışmalarda göze batan anlatım kusurları, basın yayın organlarındaki akıl almaz özensizlikler, sokak ve caddelerde bulunan tabelalardaki yabancı sözcük hastalığı... Türkçemizin geleceği için önemli bir tehlike oluşturmaktadır.
Radyo dinlerken, televizyon izlerken insan bazen şaşırıp kalıyor. Osmanlıcadan gelme sözcüklerin yanlış telaffuzları, damıtık dilin giderek argo dile dönüşmesi, vurguların ve tonlamaların ürkünçlüğü, görüntülü yayınlarda sunucuların garip el kol hareketleri, konuşma sırasındaki tuhaf jestleri, Türkçeyi sevenleri üzüyor.
Bazı özel ve yerel TV kanalları ile radyoların, daha kendi adlarından başlayarak Türkçeye karşı alabildiğine saygısız ve sorumsuz tutumları yürekler acısı. Son yıllardaki moda deyişle medyada, özel ve yerel TV kanallarında yeni tip sunucular, haber ve spor spikerleri de moda oldu. Oysa sunuculuk ve spikerlikte dili düzgün ve pürüzsüz kullanma, fizikî güzellikten önce gelir, önce gelmelidir. Dil bilinci ve sevgisi onlara özellikle kazandırılmalıdır. Ekran sorumluluğu bunu gerektirir. Sunucu ve spiker adayları, öncelikle dili doğru ve düzgün kullanma konusunda ciddî bir eğitimden geçirilmelidir. Çünkü onlar her gün milyonlara sesleniyor, milyonlarla yüz yüze geliyor. Örnek olma, model olma gibi bir sorumluluğu da var onların.
Türkçeye karşı özensizlik, sorumsuz davranışlar, bu dili yanlış kullanma, ne yazık ki dar ve sınırlı bir çerçevede görülmüyor. Bu gevşeklik, devlet adamları, çeşitli mesleklerdeki aydınlar ya da aydın olması gerekenler, öğretmenler, her öğretim kademesindeki öğrenciler... için de söz konusu.
İnsanlarımıza özellikle doğru konuşma, düzgün yazma, duygu ve düşüncelerini pürüzsüz anlatma becerisi kazandırma konusuna özenle eğilmek zorundayız. Çünkü üniversitede okuyan gençlerimizin büyük çoğunluğunda bile önemli dil ve anlatım kusurları ile karşılaşıyoruz.
2. Yabancı Sözcük Tutkusu
Günümüzde Türkçe, neredeyse ana dilimiz olduğunu unutturacak ölçüde yabancı sözcüklerle dolduruluyor, kendi sözcüklerimiz acımasızca dışlanıyor.
Sorunların belki de en önemlisi, dilimizin kamuoyu önündeki kullanımında görülen “Türkçeden kaçış” diyebileceğimiz süreçtir. Ülkeyi yönetenler, basın-yayın kuruluşları ve bir kısım aydınlar, çok güzel Türkçe karşılıkları bulunsa da yabancı sözcükleri kullanmaktan sanki olağanüstü bir zevk alıyorlar. Türkçe konuşmaktan kaçan bir kamuoyu oluşmuş görünüyor. Bu durum dilimiz için büyük tehlikedir.
Bugün de benzeri durumlara sık sık tanık oluyoruz. Güzelim uzlaşma yerine concencous, yoğunlaşma yerine consantrasyon, kontrol yerine çek etme dedik mi kültürlü kişi oluyoruz. İstanbul Taksim’deki görkemli bir otelin adı The Marmara, Hilton’daki sergi merkezinin adı Exibition Center.
Kentlerimizde caddeler, yabancı adlar nedeniyle işgal altındadır. Kendilerine “entel” denilen bir kısım aydınlar, kendi yurduna yabancılaşmayı evrensellik sanıyor.
Konuşmada veya yazıda aralara yabancı sözcük sıkıştırmak, bağımsızlık gururunun nasıl törpülendiğini gösteren acı bir örnek değil midir? Neredeyse, ana dilimizin Türkçe, anavatanımızın Türkiye olduğunu unutuyoruz.
Yabancı dil ne kadar önemli olursa olsun, insanın ana dili daha da önemlidir. Temel görevimiz, gençlerimizi düşünen, eleştiren ve düşüncelerini düzgün ifade edebilen bireyler olarak yetiştirmektir. Öğrencinin kendi dilini ikinci sınıf, yetersiz bir iletişim aracı olarak görmesi çok sakıncalı bir durumdur. Böyle bir öğrenciden kendi diline ve kültürüne, ana diline saygı duyması nasıl beklenebilir?
1930’lardan 1980’e kadar yürürlükte olan 5237 sayılı Belediye Gelirleri Kanunu’nun 21. maddesi, Türkçeyi koruyucu hükümler taşıyordu. Son yıllarda görülen yabancı dil işgali nedeniyle, ilgili Devlet Bakanlığınca 1997’de hazırlanan “Türk Dilinin Kullanılmasına İlişkin Kanun Tasarısı” Türkiye Büyük Millet Meclisine sunulmuştu. Böylece Türkçeyi yozlaşmalardan koruma, yabancı dillerin inanılmaz baskısından kurtarma amaçlanıyor.
Nitekim Fransa’da 1994 yılında hükûmetin önerisi ile Fransızcayı İngilizcenin akınından korumak için “Fransız Dilinin Kullanımına İlişkin Yasa Tasarısı” adlı bir tasarı hazırlanmış ve yasalaşmıştır. Fransızcayı korumaya yönelik yasanın bizim için de büyük önem taşıyan 9. maddesi şöyledir:
“Eğitim, sınavlar ve yarışmalar ile kamuya ya da özel sektöre ait eğitim kurumlarında yapılan tezler ve bilimsel yazılar için kullanılacak dil Fransızcadır.”
Bu akılcı yaklaşımla gerçekçi uygulamadan alınacak dersler bulunduğu çok açıktır.
3. Yabancı Dil Düşkünlüğü
Ülkemizde özellikle 1980’den sonra görülen büyük yanlışlardan biri, yabancı dil öğretimi ile yabancı dille öğretimin birbirine karıştırılmasıdır. Günümüz dünyasında yabancı dilin ve yabancı dil öğrenmenin önemi elbette ki tartışılamaz. Her türlü ilişki, iletişim ve gelişme için yabancı dil elbette ki çok gerekli. Ama ülkemizde özellikle son zamanlarda düşülen önemli bir yanılgı, yabancı dilin araç değil amaç olarak görülmesidir. İşte bu nedenle, yabancı dille öğretim yapan okulların ve üniversitelerin sayısı hızla artmaktadır. Oysa yabancı dil amaç değil araçtır.
İşin en acı ve düşündürücü yanı da, yabancı dille öğretim yapan kurumlarda okuyan Türk çocuklarının Türkçeyi ihmal etmeleri, giderek unutmaları, özellikle yazılı anlatım yetersizlikleri içine düşmeleri ve kendi dillerini küçümseyip hor görmeleridir. İşte en büyük tehlike de burada yatıyor. Ana dilinin yetersiz olduğu inancı ile yetiştirilen bir genç, kendi diline ve kültürüne nasıl saygı duyacaktır?
O hâlde öncelikle yapılması gereken şey, yabancı dil öğretimi ile yabancı dille öğretimi birbirine karıştırmamaktır. Çok gerekli olan yabancı dil öğretimini bütün okul kademelerinde en etkili ve verimli bir şekilde gerçekleştirelim. Bunun yollarını arayalım. Ama çok gereksiz olan ve ülkemizin geleceği, kültürü açısından büyük tehlikeler taşıyan yabancı dille öğretim tuzağından kurtulalım. Bunun için de her şeyden önce ana dili duygusu, duyarlığı ve dil bilinci gerekir.
Ülkemizde nitelikli insan yetiştirmek istiyorsak, başkalarının diliyle değil, kendi dilimizle, kendi kültürümüzle yetiştirmeliyiz. Çünkü kendi kültürünü dışlayan bir toplum, varlık nedenini yadsıyor demektir.
Çağdaş ülkelerin hiçbiri yabancı dilde eğitim yapmıyor. Bu durum, sadece az gelişmiş ülkelerde ve sömürgelerde görülüyor.
Bazı okullarda eğitim yabancı dille yapılırsa Türkiye’nin dış dünya ile daha kolay anlaşacağı, Türkçenin bilim dili olmadığı, İngilizce ile daha iyi bilim yapılacağı yolundaki görüşler yanlıştır. Bu görüşler, emperyalizmin sömürge ülkelere dayattığı anlayışın sonucudur. Her ülkede bilim ancak o ülkenin kendi diliyle yapılabilir. Yabancı dille eğitim, eğitim bilimine de aykırıdır. Çünkü bir insan, dünyayı en sağlıklı biçimde ancak kendi diliyle algılayabilir ve anlatmak istediğini de en güzel kendi diliyle anlatabilir.
Ülkemizin tanınmış üniversitelerinden biri olan ve eğitimi İngilizce yürüten ODTÜ’de yapılan bir araştırmada, öğrencilerin yabancı dille eğitimden memnun olmadıkları, buna karşı çıktıkları görülmüştür. İngilizce eğitim yapılan Boğaziçi Üniversitesinde de benzer görüşler öne sürülmekte, eğitim dilinin Türkçe olması savunulmaktadır.
4. Türkçenin Bilim Dili Olmadığı Görüşü
Türkçenin bilim dili olarak yetersiz olduğu öne sürülüyor. Eksik yanları elbette vardır ve bu, her dil için söz konusudur. Peki böyle bir durumda yapılması gereken şey, dilimizi tümüyle bir kenara atmak mıdır, yoksa kendi olanaklarıyla onu geliştirmeye ve zenginleştirmeye çalışmak mı? Yetersiz ve eksik diye dilimizi kendi kaderine bırakırsak, Türkçe bir bilim ve kültür dili olarak nasıl ve ne zaman gelişecektir?
İşte hiç düşünülmeyen ve gelecek açısından büyük tehlike oluşturan sorun burada. Eğer dil duyarlığı ve dil bilinci bakımından sorumsuzluk böyle sürerse, Türkçe 14. yüzyıldaki durumuna düşecektir. O zamanlar ve Selçuklular döneminde aydınlar arasında bilim dili Arapça, kültür ve sanat dili Farsça idi. Türkçe sadece halk arasında konuşuluyor ve halk edebiyatı sanatçıları tarafından kullanılıp yaşatılıyordu. Ve dilimizin bu acı serüveni, yaşam savaşı, Tanzimat dönemine, özellikle 20. yüzyıl başlarındaki Millî Edebiyat Akımına kadar sürdü. Şimdi ise tehlike daha çok batı dillerinden gelmektedir.
Büyük ihmale uğramış olan Türkçenin durumuna çok üzülen 14. yüzyıl divan şairi Âşık Paşa günümüz diliyle şöyle dert yanıyordu:
Türk diline kimse bakmaz idi
Türklere hiç gönül akmaz idi
Beş yüzyıl sonra aynı sıkıntı ve sorunları yaşamak zorunda mıyız? Bunları yeniden yaşamamak için gerekli özeni göstermek, bilinçli davranmak zorundayız. “Tarih tekerrürden ibarettir.” sözü akla geliyor ama aslında bu söz yanlıştır. Tarih kendisinden ders almasını bilmeyenler için tekerrürden ibarettir.
1933 reformunu yaşayan İstanbul Üniversitesine gelen yabancı bilim adamlarından 3 yıl içinde Türkçe öğrenmeleri ve bu sürenin sonunda derslerini Türkçe vermeleri istenmişti. Amaç ne? Amaç, Türkçenin bilim dili olarak kullanılması ve geliştirilmesidir. Çünkü cumhuriyeti kuranlar, dilin bir ulusun kimliği ve o ulusu yarınlara taşıyan en önemli öge olduğunu çok iyi biliyorlardı. Düşünülmesi gereken bir soru şudur: Sanki Türkçe 1933’te bilim diliydi de şimdi mi yetersiz duruma düştü?
5. Türkçe Öğretimindeki Yetersizlik
Okullarımızda, hemen her meslekte ve üniversitelerimizde Türkçe yetersizlikleri ile ne yazık ki sık sık karşılaşıyoruz.
Dil eğitiminin temel amacı, kişilerin düşünme ve iletişim becerilerinin geliştirilmesidir. Dille iletişimin bir yönünü anlatma, öteki yönünü anlama oluşturur. Bu nedenle bütün ülkelerin eğitim sistemlerinde, dil eğitimine, özellikle ve öncelikle ana dili eğitimine büyük önem verilir. Yetişmekte olanlara dilin çok iyi bir şekilde öğretilmesi için çalışılır. Çünkü dil, kültürün temel ögesidir ve insanları birbirine yaklaştıran en güçlü araçtır.
Dil eğitiminde asıl hedef; dört temel beceri olan dinleme, konuşma, okuma, yazma becerilerinin hedef kitleye kazandırılması ve geliştirilmesidir. Ana dili dersi bir bilgi kazandırma değil, beceri kazandırma dersidir.
6. Sözcük ve Terim Üretimindeki Yetersizlik
Bir dilin gelişip zenginleşmesi, çağın gelişmelerine ayak uydurabilmesi için sözcük ve terim üretimi de çok önem taşımaktadır.
Almanya, Fransa, Macaristan gibi ülkeler dillerini yabancı dillerin istilasından kurtarabilmek için dil gümrüğü adını verebileceğimiz bir uygulama başlatmışlardır. Bu uygulamaya göre, yeni bir buluş yapıldığı ya da yeni bir alet icat edildiği zaman, herhangi bir gecikmeye fırsat vermeden bu kavrama uygun yeni bir sözcük türetilmektedir. Böylece yabancı sözcükler dile girip yerleşmeden karşılıklar bulunmakta ve dilin yozlaşması önlenebilmektedir. Türkçede ise yabancı sözcükler dilimize iyice yerleştikten sonra karşılıklar bulunmaya çalışılmaktadır. Ülkemizin gümrük birliğine girmesinden sonra bu konu çok daha önem kazanmıştır.
Türk Dil Kurumu ile Çağdaş Türk Dili dergisinin son yıllarda başlattığı yabancı sözcüklere karşılık bulma çalışmaları çok olumlu çabalardır. Bu konuda bazı yanlışlar yapılsa, tartışma götürür öneriler olsa bile bu tür iyi niyetli adımlardan geri dönülmemeli. Ayrıca bu konuda yazılı ve sözlü basın-yayın organlarının desteği sağlanmalı. Aksi takdirde yabancı sözcükler Türkçeye hızla dolmaya devam edecek, dilimiz gelişip zenginleşemeyecek ve yabancı dillerin boyunduruğundan kurtulamayacaktır.
Türkçemizin bağımsız bir dil olarak yaşamasını, gelişip zenginleşmesini istiyorsak, üretelim, türetelim, yaratalım ve Türkçe karşılıklar bulmaya çalışalım. Bunun herhangi bir ideolojiyle, sağcılıkla-solculukla, ilericilikle-gericilikle, tutuculukla, dindarlıkla-dinsizlikle bir ilgisi yoktur.
7. Öğretmen Faktörü
Türkçe eğitiminde yer alan ögelerin etkili olabilmesi için okul binaları, donatım, program, araç-gereç önemli olmakla birlikte, bunları kullanıp programı uygulayacak olan öğretmenin bilgi ve becerisi hepsinden daha önemlidir. “Bir okul, ancak, orada çalışan öğretmenler kadar iyidir.” denilebilir. Görülüyor ki her derste olduğu gibi ilköğretimden üniversiteye kadar dil eğitiminde de en büyük görev öğretmene düşüyor. Özellikle ilk ve orta öğretimde. Aslında dil kusurlarına yalnızca Türkçe öğretmenlerinin ve öğretim elemanlarının değil, ders veren herkesin dikkat etmesi gerekir. Bu nedenle, öğretmenlerin hizmet öncesi ve hizmet içi eğitimleri büyük önem taşımaktadır. Hele Türkçe öğretmenlerinin hem kendilerini çok iyi yetiştirip eksik yanlarını gidermeleri, hem de öğrencileri iyi eğitmek için yorulup usanmadan çaba göstermeleri şarttır. Bu konuda öğretmen yetiştiren kurumlara da büyük görevler düşüyor.
İşte bu noktada karşımıza, çözümü gerekli önemli bir sorun çıkıyor: nitelikli öğretmen sorunu. Unutmayalım ki nitelikli ve başarılı öğretmen yetiştirmek için, her şeyden önce nitelikli adaylar gerekir.
Üniversiteye giriş sınavında düşük puan alan adayların, öğretmen olmayı hiç aklından bile geçirmemiş adayların nitelikli öğretmen olmaları beklenemez. O hâlde yapılması gereken şey, öğretmenlik için geniş tabandan nitelikli adaylar seçme yoluna gitmek, bu adayları hizmet öncesinde çağdaş değerler doğrultusunda yetiştirmek, bütün dallardaki öğretmen adaylarına dil bilinci ve Türkçe sevgisi kazandırmaktır. Bu yapılırsa, yalnızca Türkçe eğitimi ve öğretimi için değil, öteki dersler için de nitelikli ve başarılı öğretmenler yetişecek, mesleğin ve Türkçenin saygınlığı daha da artacaktır. Bu konuda 1959’da kurulan Yüksek Öğretmen Okulu modeli ve 1970 öncesi eğitim enstitüleri göz önüne alınabilir.
Şu nokta herkes tarafından çok iyi bilinmelidir ki öğretmenlik, her üniversite mezununun yapabileceği bir meslek değildir.
Öğretmen adayının ve öğretmenin her şeyden önce genel kültür, özel alan bilgisi, öğretmenlik meslek bilgisi bakımından çok iyi yetişmiş olması gerekir. Bunun yanı sıra mesleğe uygun kişilik özellikleri, meslek sevgisi, öğrenci sevgisi, mesleğe karşı ilgi ve yetenekler, meslekî yeterlikler, düzgün konuşma, Türkçeyi doğru ve düzgün kullanma gibi temel ölçütler de gereklidir öğretmenlik için.

SONUÇ

Sonuç olarak, Türkçemizin bağımsız bir dil olarak yaşaması, varlığını sürdürebilmesi için ana dili konusunda bireysel ve toplumsal duyarlık kaçınılmazdır. Bu konuda tek tek bireyler ve toplum olarak dil bilinci taşımak, bilinçli çabalar içinde olmak zorundayız.
Dilimize karşı her türlü özensizliği ve yanlış kullanımları alışkanlık hâline getirmekten kaçınmak, yabancı dil hayranlığı ile yabancı sözcük tutkusundan kurtulmak, yabancı dil öğretimi ile yabancı dilde eğitimi kesinlikle birbirine karıştırmamak, Türkçenin bilim dili olmadığı görüşüne karşı çıkmak, Türkçe öğretimindeki yetersizlikleri görüp gerekli önlemleri almak, dil gümrüğü uygulamasına girişmek, sözcük ve terim üretimine hız vermek, nitelikli ve yeter sayıda öğretmen yetiştirmek, Türkçemizin varlığını sürdürebilmesi için büyük önem taşımaktadır.

ÖNERİLER

Türkçemizin bağımsız bir dil olarak yaşaması, gelişip zenginleşmesi için şunlar önerilebilir:
1. “Önce Türkçe!” sloganı kafalara ve gönüllere yerleştirilmeli, herkesi güzel Türkçe öğrenmeye ve kullanmaya özendirmeliyiz.
2. “Önce Türkçe!” konusunda bireysel ve toplumsal duyarlık, dil duygusu ve ana dili bilinci oluşturulmalıdır. Bu konuda herkese görev düşer. Asıl sorumluluk ise, örgün ve yaygın eğitim kurumlarına; yazılı, sözlü ve görüntülü kitle iletişim araçlarına, sanatçılara, yazarlara, aydın kesime düşmektedir.
3. Özellikle aydın kesim, yabancı hayranlığı ile yabancı sözcük düşkünlüğünden kurtarılmalıdır.
4. Yabancı dil öğretimi ile yabancı dilde öğretimin çok farklı şeyler olduğu kafalara iyice yerleştirilmelidir. Okullarımızda hâlen yürütülmekte olan yabancı dil öğretiminin çok verimsiz olduğu göz önüne alınarak, verimli ve etkili yabancı dil öğretimi için gerekli önlemler hiç zaman geçirmeden alınmalı, yabancı dilde öğretime ise son verilmelidir.
5. Verimli bir yabancı dil öğretimi için, yüksek öğretim kurumlarında ilk yıl küçük gruplar hâlinde ve nitelikli okutmanlarla etkili bir “yabancı dil hazırlık sınıfı” uygulaması, daha sonraki yıllarda “meslekî yabancı dil” dersleri önemli bir çözüm yoludur. Ankara Üniversitesinin TÖMER kanalıyla yürütmekte olduğu hazırlık snıfı uygulaması esas alınabilir.
6. Bütün öğretim kademelerinde Türkçe eğitiminin yeterince etkili, verimli yapılabilmesi için gerekli duyarlık ve özen gösterilmelidir. Bu önemli konu, gelip geçici olan bakan ya da hükûmet politikası olarak değil, sıkı ve değişmez bir devlet politikası olarak görülmelidir. İşin özü, etkili ve bilinçli ana dili eğitiminde yatmaktadır. Şunu hiç unutmayalım ki iyi bir yabancı dil öğretimi için de iyi bir ana dili eğitimi ön koşuldur.
7. Çok kolay olmamakla birlikte dil gümrüğü uygulamasına bir an önce geçilmeli, baskın dile/dillere karşı koyabilmek için sözcük ve terim üretimine yeterince önem verilmeli, çeşitli dallardan uzmanları da devreye sokarak bu konuda yoğun çalışmalar yapılmalıdır.
8. Dil alanında en etkili kesimlerin başında eğitimciler, öğretmenler geldiğini göz önünde tutarak, öncelikle Türkçe ve edebiyat öğretmenleri olmak üzere, bütün öğretmenlerin ana dili duyarlığı ve bilinci ile yetiştirilmelerine büyük önem verilmelidir.
9. 1930’lardan 1980’lere kadar yürürlükte olan 5237 sayılı Belediye Gelirleri Kanunu’nun 21. maddesi, çeşitli işyerlerinin kapılarına asılacak levha ve tabelaların Türkçe olmasını şart koşuyordu. Bu yasanın uygulamadan kaldırılmış olması ve değişen şartlar durumu tersine çevirmiştir. Adı geçen yasaya yeniden işlerlik kazandırılması uygun olur.
10. Türkçenin yozlaşmaktan korunması ve kurtarılması için genel ve yasal bir düzenleme amacıyla hazırlanan “Türk Dilinin Kullanılmasına İlişkin Kanun” tasarısı, dil-anlatım ve konuya yaklaşım bakımından gerekli düzeltme ve düzenlemeler de yapılarak bir an önce yasalaşmalıdır.
11. Bir ülkenin kültürü ve dili tek başına ele alınamaz. Dil ülkenin sosyal, ekonomik, kültürel ve teknolojik yapısı ve özellikleri ile iç içedir ve onlardan ayrı düşünülemez. Eğer bir malı veya aracı kendimiz üretmiyor da dışarıdan alıyorsak, sadece onu değil, onun adını ve onunla ilgili terimleri de almak zorundayız demektir. O hâlde, ekonomi ve teknoloji başta olmak üzere her alanda üretmeden tüketmek çılgınlığına karşı çıkmak da ulusal bir görev ve sorumluluktur. Çünkü üretimi bir yana bırakarak sadece tüketim toplumu olmakla hiçbir yere varılamaz. Bu şekilde olup da tarihten silinen toplum ve ülke sayısı az değildir.
Görüldüğü gibi en çarpıcı ve can alıcı noktalardan biri, dili bir bütünün parçası olarak görmek, önce o bütünü geliştirmektir.

KAYNAKLAR

1. AKÜNAL Okan, Zühal; “Yabancı Dilde Eğitim mi? Yabancı Dil Eğitimi mi?”, Cumhuriyet, Bilim Teknik Dergisi, 1 Mart 1997, sayı 519.
2. ALAYDIN, Ethem; “Öğrenim Türkçe Olmalı”, Cumhuriyet Bilim Teknik Dergisi, 21 Aralık 1997, sayı 509.
3. Fransız Dilinin Kullanımına İlişkin Yasa Tasarısı, Türk Dili, 1994, sayı 514.
4. HENGİRMEN, Mehmet; “Anadili Bilincinin Geliştirilmesi”, AÜ TÖMER İzmir, Ana Dili Dergisi, 1996, sayı 1.
5. KAVCAR, Cahit; “Türkçe Eğitimi ve Sorunlar”, AÜ TÖMER Dil Dergisi, 1998, sayı 65.
6. KAVCAR, Cahit; OĞUZKAN, Ferhan; SEVER, Sedat; Türkçe Öğretimi, Türkçe ve Sınıf Öğretmenleri İçin, Ankara 1995.
7. KEPENEK, Yakup; “Bilim Dili Türkçe”, Cumhuriyet, 4 Kasım 1996.
8. KORKMAZ, Zeynep; “Batı Kaynaklı Yabancı Kelimeler ve Dilimiz Üzerindeki Etkileri”, Türk Dili, 1995, sayı 524.
9. KORKMAZ, Zeynep; “Türk Dilinin Yabancı Dillere Karşı Korunması İçin Alınması Gereken Önlemler”, Türk Dili, 1995, sayı 528.
10. SOYSAL, Mümtaz; “Çifte Edilgenlik”, Hürriyet, 8 Mayıs 1994.
11. TAŞDEMİRCİ, Ersoy; Belgelerle 1933 Üniversite Reformunda Yabancı Bilim Adamları, Ankara 1992.
12. Türk Dilinin Kullanılmasına İlişkin Kanun Tasarısı, Türk Dili, 1994, sayı 514

Dilimizi bozan ne?

ASLIHAN KÖŞŞEKOĞLU.
"Bir bahar akşamı rastladım size / Sevinçli bir telaş içindeydiniz / Derinden bakınca gözlerinize / Neden başınızı öne eğdiniz?"
Biz şimdilerde muhabbeti, samimiyeti başka hitap şekillerinde arayaduralım, Fuat Edip Baksı'nın bu dörtlüğü dilde yaşanan değişimin en belirgin resmi. Kaldı mı böyle ifadeler? Elbette hayır. Ecdadımız sevgiliye bile sen demeye imtina ederken, öğretmenine, kendisinden onlarca yaş büyük insanlara "canım" diye hitap eden gençlere tanık oluyoruz. Konuşurken kelimeleri hoyratça harcadığımızı, yabancı sözcükleri baş tacı edip, Türkçeye uzaklaştığımızı, yazışmalarda sesli harfleri attığımızı da tartışır olduk. Son zamanlarda bir de argo, hatta küfürlü kelimeler moda! Yolda, sokakta, AVM'lerde, sinemada gençlerin konuşmaları tahammül sınırlarını zorluyor. Hikâyeler küfürle anlatılıyor, sevgi sözcüklerinin yerini argo kelimeler alıyor. Biz kavga ettiklerini düşünsek de gençler böyle geçinip gidiyorlar.
Dilimiz argolaşmıyor, Amerikanlaşıyor!
Yaşanan durumu gözlemledikçe akla ister istemez "Dilimiz argoya mahkûm mu oluyor?" sorusu geliyor. Sosyolog Doç. Dr. Vehbi Başer, gençlerin argo sözcükler, küfürler kullanmalarını, büyükleriyle "senli-benli" konuşmalarını argolaşmadan ziyade bir "Amerikanlaşma" ifadesi olarak değerlendiriyor. Bu tarz yalnızca dilde değil kılık kıyafette, iş ilişkilerinde, arkadaşlıkta da kendini gösteriyor. Gençler tarafından benimsenmesi ise gayet kolay, çünkü "rahatlık, doğallık, sadelik, içtenlik" terimleriyle yumuşatılarak sunuluyor. Oysa argolaşma Türkçede yeni değil Başer'e göre: "Türkiye'de argo, sınırlı bir biçimde 'züppe romanları' ile ve daha ziyade okumuş kesim arasında yaygınlaşma gösterdi. 50'lerden sonraki genel serbestleşme havası içinde, özellikle Yeşilçam filmleri, avami mizah ve avam tiyatrosu aracılığıyla 'İstanbul argosu' nun bütün memlekete yayılmasıyla kitleselleşti." Yani bugün gençler arasında yaygınlık kazanan rahat ve laubali tarzlar argonun yeni biçimlerini de içeren bir "Amerikanlaşma" süreci.
Dizi karakterleri okula taşınıyor
Dilde ve üslupta yaşanan bu değişimden en çok da öğretmenler muzdarip. Özellikle liselerde görev yapanlar. Konuşan Türkçekitabının yazarı Türkolog Hümeyra Tekalan Toman mesela. Hem lisede, hem de üniversitede öğretmenlik yapan biri olarak gençlerin dil kullanımını yakından gözlemliyor. Konuyu söylediğimizde ilk tepkisi "Türkçeyi koruma adına adeta savaş veriyoruz." oluyor. Hemen bir örnek verelim kendisinden: "Geçen gün iki öğrencinin konuşmasına şahit oldum. 'La oğlum şerefsiz şunu versene!' En yakın arkadaşına bu şekilde hitap ediyor. 'Çocuğum sen nasıl konuşuyorsun?' dedim. 'Behzat Ç. şivesi hocam.' dedi."
İşte ilk ipucu: Televizyondaki dizilerin dile belirgin yansımaları var. Toman'a göre ciddi olumsuz etkiler bunlar. Reyting uğruna değişik ağızlar kullanılıyor, kelimelerin ifade biçimleri değişiyor. Tabii gençler de o kelimeleri günlük hayat içinde kalıbına uydurarak kullanıyor. Tüm bunların sonucunda kaçınılmaz son: Dizilerdeki karakterler fazlasıyla okullara taşınıyor.
Aile iyi bir rol model olmalı
Tek etken yalnızca diziler ya da daha başka yayınlar değil elbet. Gençlerin daha az kitap okuyor olması, bundan dolayı kelime haznelerinin yetersizliği, şarkılarda geçen basit ifadeler, sanal ortamda oluşan yazışma dilinin yansımaları gibi daha pek çok sebepten bahsetmek mümkün. Tüm bunlar için de ailelere ve eğitimcilere ayrı ayrı görevler düşüyor. Ancak uzmanların öncelikle tavsiyesi ailelere. Ne de olsa çocuğun ilk rol modeli onlar. Bu konuda seminerler de düzenleyen Hümeyra Tekalan Toman tecrübeyle sabit şunları söylüyor: "Baba etrafındaki kişilerle küfürlü konuşuyorsa çocuk da bunu alıyor. Bazı öğrenciler sınıfa girince ayağa kalkmıyor ya da ayak ayak üstünde soru soruyor. Bunların, zamanında çocuğa ailede verilmesi önemli."
"Kullarıma söyle: Herkesle en güzel şekilde konuşsunlar."
Konuşma adabı dinimizin de üzerinde hassasiyetle durduğu bir mesele. Bugün Gazetesi yazarı İlahiyatçı Ali Demirel Kur'ân-ı Kerîm'de, "Kullarıma söyle: (Herkesle) en güzel şekilde konuşsunlar." (İsrâ, 53) hükmü beyan edilerek; kalplerin katılığının güzel ve tatlı sözlerle, bir manada güzel nasihatlerle ortadan kaldırılabileceği hatırlatılmıştır." diyor. Gerek ayet, gerekse hadislerden hareketle konuşma adabı konusunda İslam alimleri bize şu ölçüleri veriyorlar:
Söyleyeceği sözün sonunu düşünerek ona göre konuşmalı. Konuşurken tartışmaya girmekten sakınmalı.
Dünya ve ahiret için yararı olmayan sözleri söylememeli.
Sözleri ile kimsenin gönlünü kırmamalı, konuşurken başkasının sözünü kesmemeli.
Bir insanı överken aşırıya gitmemeli.
Büyüklerin yanında yüksek sesle konuşmamalı.
Boşboğazlık etmemeli, yerinde ve ölçülü konuşmalı.
Konuşurken ağzını eğip bükmemeli, bilgiçlik taslamamalı, başkalarının sözlerinde kusur aramamalı.
Dilini kötü, argo sözlere alıştırmamalı, yalan söylemekten, yalan yere yemin etmekten, başkalarının aleyhinde konuşmaktan, koğuculuk yapmaktan, yalan yere söz vermekten sakınmalı.
Başkalarıyla alay etmemeli, kimseye kötü bir ad, lakap takmamalı.
Söylenmemesi istenen bir sırrı başkalarına söylememeli.

Neden güzel Türkçe konuşamıyoruz?

Efendim merhaba.. 

Bundan böyle Sonsayfa.com da Er meydanında birlikte olacağız.

Bu zamana kadar inanmadığım hiçbir şeyi savunmadım, söylemedim ve yazmadım. İnşallah bundan sonra da böyle olacak. İnanmak başarmanın yarısıdır diye boşa söylenmemiş. İnanıyorum ki, Sonsayfa.com çok okunan takip edilen bir site olacak. Amaç bu köşede ahkâm kesmek, kalemşörlük yapmak değil. Paylaşmak. Bilgi paylaşıldıkça çoğalır malum. Faydalı olmak. Esasında bir koşturmaca içindeyim, vakit bulmakta zaman zaman zorlanacağımı da biliyorum ama bütün bunlara değer çünkü, Süleyman Özışık kardeşimle kader birliği yaptık. İnşallah hayırlı olur.

Yıllardır kanayan bir yara olan dil meselesiyle başlamak istedim ilk makaleme.

Ezop, Sisam Adasının Kralı Ladmon’un kölesi olmadan önce, çağın tanınmış bilginlerinden Ksantus’un kölesi imiş. Ksantus, bir gün Ezop’a demiş ki: “Çarşıya git, bu akşamki misafirlerime en iyi, en lezzetli yemekleri yapman için ne gerekiyorsa satın al.” Fakat Ezop’un, Ksantus’un misafirleri şerefine verdiği ziyafet için pişirdiği bütün yemekler, yaptığı tatlılar hep “dil”den yapılmıştı. Ksantus, Ezop’a misafirleri önünde bağırmış: “Nedir bu kepazelik? Ben sana en lezzetli, en nefis, en tatlı yemekleri yap, dedim. Sen hepsini dilden yapmışsın.”

Ezop şu cevabı vermiş: “Evet efendim, en lezzetli yemekleri, en nefis tatlıları, hep dilden yaptım. Dünyadaki en güzel, en tatlı şey dildir. İnsanlar dilleriyle anlaşırlar, dilleriyle dua ederler, diğerlerine karşı sevgilerini dille anlatırlar. Dünyadaki en iyi, en tatlı, en güzel şey dildir. Dil olmasaydı, insanların hâli ne olurdu?”

Aradan zaman geçmiş, Ksantus, dostlarına yine bir ziyafet vermek istemiş. Ama bu defa Ezop’tan, en kötü yiyecekleri hazırlamasını istemiş.

Ezop, bir önceki ziyafet gibi, çorbadan tatlılara kadar bütün yiyecekleri dilden yapmış ve sebebini şöyle anlatmış:

“Gerçi dünyadaki en iyi, en tatlı, en güzel şey dil ise de, zaman zaman en acı, en çirkin, en kötü şey de dildir. İnsanları, birbirlerine gücendiren, kızdırtan, aralarını açan da dildir. İnsanların başına gelen felâketlerin sebebi, birçok defa onların dilidir.”

***
Zaman zaman günümüz gençlerinin Türkçe’yi doğru bir şekilde kullanamadıklarından şikâyet ederiz. Peki bizler, bu gençlerin Türkçe’yi güzel kullanmaları için elimizden geleni yaptık mı? Romalı yazar ve filozof Seneca; “Toprak ne kadar zengin olursa olsun, ekilmedikçe mahsul vermez” diyor. Gerçekten kafalar da toprak gibidir, ekilmeyen beyinlerden mahsul alınamaz.

TV kanallarındaki tartışma programlarında bir karmaşa almış başını gidiyor. Her kafadan bir ses çıkıyor, herkes doğru ya da yanlış, iyi ya da kötü bir şeyler söylüyor. Bakınız öncelikle, “hitabet” konusundaki kuralları, tekrar gözden geçirip, bu ilmi baştan aşağıya yeniden öğrenmemiz gerekiyor!

TV kanallarındaki açık oturumları seyrediyoruz; tartışma programları gerektiği gibi yönetilmiyor.

Birçoğunun da ne söylediğini ve ne söylemeye çalıştığını anlamakta zorlanıyoruz. Uzmanı ve siyasetçisi ise bir başka havada. Maksat, “Lâf olsun torba dolsun” ve “her kafadan bir ses çıksın olunca” ortaya şu an yaşadığımız nâhoş görüntüler çıkıyor.

Kendimizi ifade edemediğimiz gibi kendisini ifade etmeye çalışana da fırsat vermiyoruz. Sonra da, “Konuşmayı neden beceremiyoruz?” diye birbirimize sorup duruyoruz.

***
"Paris'te metroda Hâlid Ziyâ ile Hamdullah Suphi birbirlerine rastgelmiş, bir hayli konuşmuşlar. Metrodan çıkarken bir Fransız yanlarına gelmiş, mazur görülmesini rica ile kendisinin dillerin musikisiyle alâkadar olduğunu ve hangi dille konuştuklarını sormuş. Türkçe olduğunu öğrenince, şimdiye kadar bu dili duymak fırsatını bulamadığına müteessir ve şimdi duyduğuna da pek mütehassis olduğunu söylemiş. 'Eğer bu istasyonda inmeseydiniz mahzâ konuşmanızı işitmek için sizi devam edeceğiniz istasyona kadar takip edecektim. Ne eski bir millet olduğunuz anlaşılıyor, zira lisanınız bu âhenkli ve musikili inceliğine ermek için ne uzun zamanların sarf edilmiş olması iktiza eder!' demiş."

***
Hamdullah Suphi gibi, dilimize önem verenler bu halimizi görselerdi mezarlarında ters dönerlerdi.

Evet konuşmayı bilmiyoruz ve neler yapıyoruz:

Her şeyden evvel “şiir dili” olan güzelim Türkçe’mizi, çok kötü kullanıyoruz.

Okumuyoruz.

Kendimizi geliştiremediğimiz için;

Kelime hazinemiz çok zayıf

Kendimizi ifâde edemiyoruz.

Kavram kargaşasına sebep oluyoruz.

Kavga ediyoruz.

Asabîyiz.

Saygısızız,

Dikkatle dinlemiyoruz.

Sık sık söz kesme kabalığında bulunuyoruz.

Şiddete başvuruyoruz

Neden?

Konuşmayı bilmiyor olmamızdan.

Neden?

120 bin kelimelik söz varlığını inkâr ediyor olmamızdan.

Neden?

Geçmişimizle kavgalı olmamızdan.

Neden?

250-300 kelime ile konuşmaya çalışıyor olmamızdan.

***

Bugünkü Türkçe, tarih içinde kazandığı bütün incelikleri ve ses zenginliklerini geride bırakmıştır. Artık konuştuğumuz Hâlid Ziyâ'ların, Hamdullah Suphi'lerin âhenkli Türkçe’si değil, ağzımızda geveleyip kekelediğimiz kulağa hoş gelmeyen bir Türkçe’dir. Maalesef!

Bütün bunları sadece televizyonlarda ve radyolarda yapılan açık oturumlarda ve programlarda mı görüyor, duyuyoruz? Hayır! Milletin en yüce makamı olan TBMM’de hatta parti kurultaylarında görmüyor muyuz? Bize söz verildiğinde duygu ve düşüncelerimizi derli toplu bir şekilde sunacağımıza; sözü gereksiz tanımlamalar ve tekrarlarla sürekli uzatmıyor muyuz?

Kısacası, meseleyi açık bir şekilde ortaya koyacağımıza, sağlıklı bir bilgi vereceğimize, sürekli ahkâm kesiyoruz ve bunu hep yapıyoruz.

Dile, ilime, eğitime, kültüre, sanata, gereken önemi vermiyoruz
 

24 Haziran 2014 Salı

Türkçenin Yabancı Dillerdeki On Binlerce Kelimesi

Dr. Yusuf Gedikli.
Dil meselesi tartışılırken bir gerçek her zaman göz ardı edilmiştir. Bu, Türkçenin başka dillerde olan on binlerce kelimesinin hiç akla dahi getirilmemesidir. Moğolca, Urduca gibi artık epey uzakta kalmış diller ile Farsça, Ermenice, Gürcüce gibi Önasya dilleri, Yunanca, Bulgarca, Makedonca, Arnavutça, Romence, Sırpça-Hırvatça, Macarca ve hatta Rusça gibi Balkan, Orta ve Kuzey Avrupa dillerinde on binlerce Türkçe kelime vardır. Türkçe sadece sözlükleri etkilemekle kalmamış, bütün Balkan dillerinin morfoloji ve sentaksını da etkilemiştir.
Sırp-Hırvatçadaki Türkçe kelimeler

Abdullah Skaljiç, Sırp-Hırvat Dilinde Türkçe Kelimeler (Turcizmu u srpskohrvatskom jeziku) isimli birinci baskısı 1957, ikinci baskısı 1962’de Saraybosnada yapılan eserinde, Türkçeden Sırp-Hırvat diline 8.742 kelimenin geçtiğini tesbit etmiştir Tabii ki Sırp-Hırvatçadaki Türkçe kelimelerin sayısı bu kadar değildir. Nitekim kitabın ilk baskısında 6.500 kelime yer almıştı (Milan Adamovic, “Tanıtma”, Türk Dili Araştırmaları Yıllığı Belleten, Ankara 1969, 289. s. vd.).

Macarcadaki Türkçe kelimeler

Alimler Macarcaya geçen Türkçe kelimeleri üç tabaka halinde incelerler. Birincisi Hun-Hazar-Bulgar tabakası, ikincisi Peçenek-Uz-Kuman-Kıpçak tabakası, üçüncüsü ise Osmanlı tabakasıdır.
Osmanlı tabakasını inceleyen Macar alimi Suzanne [Zsuzsa] Kakuk, 16 ve 17. asırlarda Osmanlı dili tarihi araştırmaları, Macar dilinde Osmanlı unsurları ( Budapeşte, 1973 Recherches sur l’histoire de la langue Osmanlie des XVI et XVII siecles, les eléments Osmanlis de la langue Hongroise) isimli eserinde, 16-17. asırlarda Osmanlılar vasıtasıyla Macarcaya 1.382 cins isminin, 402 şahıs adı ve lakabın, 224 yer isminin, toplam 2.008 kelimenin nakledildiğini ortaya koymuştur (Türk Dili Araştırmaları Yıllığı Belleten 1973-74, 356 s.).
Kakuk, daha sonraki bir yazısında bunu 1.500’e çıkarmıştır (Zsuzsa Kakuk, “Macar dilinde Osmanlı-Türk unsurları”, Bilimsel Bildiriler 1972, TDK y., Ankara 1975, 209. s. vd.). (Bayan Kakuk, 1960’da Çindeki Salar Türklerini ziyaret ederek metinler derlemiştir. Bu metinler Textes Salars, Acta Orientala, c. xııı, fas. 1-2, Budapest 1961’de yayımlanmıştır). Kakuk, 13 ağustos 1925’te Macaristanın Heves şehrinin Nagytalya köyünde doğmuştur.
Türkçenin tesiri sadece kelime vermekle kalmamış, bazı şairler Türkçe şiir bile söylemişlerdir. Mesela ilk büyük Macar şairi sayılan Balint Balassa 1552-56 arasında bir çok Türkçe şiiri Macarcaya çevirmiş, kendisi de Türkçe şiir yazmıştır.
Macar kelimesi Manysi ve Türkçe eri (Manysi+eri) kelimelerinden meydana gelir ki, yarı yarıya Türkçedir (Laszlo Rasonyi, Tarihte Türklük, TKAE y., Ankara 1971, 119. s.). Macarlara sadece kendileri ve biz Türkler Macar deriz. Öbür milletlerin verdiği Hungarya adı da tamamiyle Türkçedir. Hungarya (Hungaria) çoklarının sandığı gibi Hun kelimesinden değil, Türkçe Onoğur kelimesinden gelir. Baştaki h türeme bir sestir. Kelime Hundan gelse sonraki gar unsurunu açıklamak mümkün olmazdı). Macarlar Onoğur Bulgarlarıyla yakın münasebette bulundukları için Bizanslılar ve diğer halklar onları bu kelimeyle isimlendirip yaşadıkları ülkeye de Türkiye demişlerdir (Onoğur kelimesi Osmanlılarca az da olsa Engürüs veya Üngürüs şeklinde kullanılmıştır).
Hatırlanacağı üzere Macaristan haricinde tarihte Türkiye ismini alan veya Türkiye ismi verilen bir çok ülke ve bölge vardır: Göktürk, Hazar, Anadolu Selçuklu, Mısır (Memlük devrinde) ve Türkistan coğrafyaları tarihte Türkiye olarak anılmıştır. Lakin devlet adı olarak Göktürkler, Mısır Memlükleri ve Türkiye Cumhuriyetinden başka Türkiye isimli Türk devleti yoktur. Yalnız Orta Asya coğrafyası son bin yıldır Türkistan adıyla tanınmaktadır.
Macar alimleri Türklük bilimi sahasında en çok çalışan alimlerdir. Zaten Türk bilimi sahasında Hıristiyan milletlerden iyi niyetle çalışan sadece Macar bilginleridir. Bunlara Bosna Hersekli ve Güneydoğu Asyalıları da ilave edebiliriz (Pakistan, Malezya vs). Türklükle ilgilenen diğer bilim adamlarının bilim sıfatı sadece mesleklerinde olup esas amaçları Türk kültür ve medeniyetini başka köklere, bilhassa Çin, Hint, İran, Moğol, Arap ve sair kaynakla bağlamaktır.

Romencedeki Türkçe kelimeler

Aslen bir Gökoğuz Türkü olan Mihail Guboğlu bir makalesinde, Romen diline geçen Türkçe kelimeler üzerine çalışan Romen ve yabancı bilim adamlarının eserleri hakkında geniş bilgi vermiş, Romen dilinde mevcut 3.000 Türkçe kelimenin daha iyi araştırılması gerektiğini belirtmiştir (M. Guboğlu, “Rumanya Türkolojisi ve Rumen dilinde Türk sözleri hakkında bazı araştırmalar”, 11. Türk Dil Kurultayında Okunan Bilimsel Bildirilir 1966, Ankara 1968, 271. s.).
Kerim Altay isimli Türk asıllı Romanyalı bir bilim adamı da, 1925-87 arasında çıkan 4 Romence sözlükte yaptığı araştırmada 1.700 Türkçe kelime saymış, daha dikkatli bir araştırmayla bunun 2.000’i aşacağını söylemiştir (Kerim Altay, Türkçeden Romenceye giren sözler-Romencedeki Türkçe kelimeler”, Erciyes, Nisan 1996, 220. sayı, 1. s.).

Bulgarcadaki Türkçe kelimeler

Türker Acaroğlu, Bulgaristanda Osmanlı Türklerinden kalma 5.000 Türkçe yer adının olduğunu yazmaktadır (M. Türker Acaroğlu, Bulgaristanda Türkçe Yer Adları Kılavuzu, Ankara 1988, 42, 75 ve 383. s.). Bulgarcadan Türkçeye giren sözler ise yalnızca bir kaç tanedir ki bunların en çok kullanılanı çete kelimesidir. Bu da Bulgarların çetecilikte nam salmasından ileri gelmiştir. Ayrıca gocuk, kuluçka, kosa (uzun saplı bir tırpan), ıştır (yaban pazısı) gibi bir iki söz daha vardır. Son ikisi ağızlarda kullanılır (Hasan Eren, “Bulgarlar ve Türk dili”, Bulgaristanda Türk Varlığı, TTK, Ankara 1985, 9. s.).
Yaşar Yücel, Bulgar Bilimler Akademisi Bulgar Dili Enstitüsünce yayımlanan Bulgar Dilindeki Yabancı Kelimeler Sözlüğü (1982) ile Bulgarca Sözlüğün 3. baskısını tarayarak Bulgarcada 2.557 Türkçe kelimenin olduğunu tespitlemiştir. -ci, -li, -lik gibi Türkçe ekler de Bulgarcaya geçen lisan unsurları arasındadır (Yaşar Yücel, “Bulgarcaya Türkçeden ve Türklerden geçen sözcükler”, Belleten, ağustos 1991, 213. sayı, 529-562. s.).
Tabii ki bu, eksik bir çalışmadır. Hakikatte başta Bulgar ve Balkan kelimeleri olmak üzere Bulgarların dilinde aslında on binden fazla Türkçe kelime vardır. Durum Makedonca için de aynıdır.

Melih Cevdet Anday seyahatlerini anlattığı bir eserinde şöyle bir fıkra nakletmektedir:

“Bir Bulgar bir Yugoslava sormuş:
‘-Sizin dilinizde çok Türkçe sözcük var mı?’
Yugoslav Türkçe olarak:
‘-Yok be kardeşim’ demiş.
Bu soru bir Macara sorulsa ‘şok van’ karşılığı alınırdı ki, ‘çok var’ demektir.” (Melih Cevdet Anday, Sovyet Rusya, Azerbaycan, Özbekistan, Bulgaristan, Macaristan, Gerçek y., İstanbul 1965, 143. s.).

Bu misalin bir benzerini Süreyya Yusuf da nakletmektedir (Süreyya Yusuf, “İvo Andriç’te Türkçe sözcükler”, Türk Dili Araştırmaları Yıllığı Belleten 1969, 287. s.).

Rusçadaki Türkçe kelimeler

Nikolay Aleksandroviç Baskakov Türk Kökenli Rus Soyadları (1979) isimli çalışmasında 300 Türkçe kökenli Rus soyadını etraflıca incelemiştir. Baskakovun eseri Türkçeye tercüme edilmiştir (N.A. Baskakov, çev. Samir Kâzımoğlu, Türk Kökenli Rus Soyadları, Ankara 1997, 234 s.).
Tatar alimi A.H. Halikov da Rus Tanınan 500 Bulgar-Tatar-Türk Asıllı Sülale isimli eserinde bugün Rusçada kullanılan 500 soy adını tesbit ederek bir kitap halinde yayımlamıştır (A. H. Halikov, çev. Mustafa Öner, Rus Tanınan 500 Bulgar-Tatar-Türk Asıllı Sülale, TDAV y., İstanbul 1995). Bunların hepsi aslen Türk-Tatar asıllı olup içlerinden alimler, yazarlar, diplomatlar, bilim ve devlet adamları çıkmıştır. Mesela Yeltsin (Türkçe elçi kelimesinden gelir) bunlardan biridir. Zaten “Rusu kazısan altından Tatar (Türk) çıkar” sözü herkesçe bilinen bir sözdür.
Tabii bunlar özel isimlerdir. Rusçada Türkçeden alınma sözlerin bir listesi henüz yapılmamıştır. Bu yapıldığında Rusçada 10 bin civarında Türkçe kelimenin bulunduğu katiyetle açığa çıkacaktır.
Kerim Altay, Rusçadaki Türkçe sözlerin sayısının da şimdilik 2.000 olarak tesbit edildiğini bildirmiştir.

Farsçadaki Türkçe sözler

Farsça yabancı kelimelerin çok olduğu bir dildir ve bu dilde binlerce Türkçe kelime vardır. 1942’de Fuad Köprülü yazdığı bir makalede Farsçadaki Türkçe kelimelere dikkati çekmiş, 280 Türkçe kelime tesbit etmiştir (Fuad Köprülü, “Yeni Fariside Türkçe unsurlar”, Türkiyat mecmuası, 1942-45, 7-8, sayı, 1-6.).
Alman alimi Gerhard Doerfer, Farsçanın yüzde seksenini Arapça kelimelerin oluşturduğunu, lakin bu yüzden Farsçanın bir Sami dili sayılamayacağını söyler. F. K. Timurtaş da Farsçadaki Arapça kelimelerin Farsçadan fazla olduğunu kaydeder (F. K. Timurtaş, Osmanlıca Grameri, İstanbul 1964, 248. s.).
Doerfer, Yeni Farsçada Türkçe ve Moğolca Unsurlar (Turkische und Mongolische elemente im Neupersischen, Wiesbaden, 1963, 1965, 1967, 1975) isimli 4 ciltlik eserinde bunlardan binlercesini tesbit etmiştir.
Doerfer’in kitabının 1. cildi Moğolca kelimelere ayrılmıştır. Burada Farsçaya giren 409 Moğolca söz yer almaktadır. 2, 3 ve 4. ciltler ise Farsçadaki Türkçe kelimelere ayrılmıştır. Burada da 2.000’e yakın Türkçe kelimeye yer verilmiştir. Ne yazık ki 4 ciltlik bu eser halen Türkçeye tercüme edilmeyi beklemektedir.

Arapçadaki Türkçe sözler

Türkçe en çok etkilendiği dil olan Arapçaya da binlerce kelime vermiştir. Cezayirli bir bilim adamı olan Mohammed ben Cheneb, 1922’de yaptığı “Cezayir konuşma dilinde muhafaza edilen Türkçe ve Türkçe aracılığı ile gelen Farsça kelimeler” adlı araştırmasında (Türk Dili Araştırmaları Yıllığı Belleten 1966, 157-213. s.) isimli çalışmasında Cezayir Arapçasında 634 Türkçe kelime tesbit etmiştir.
Bu kelimelerin 72’si askerî, 31’i denizcilik, 39’u besin maddelerine ait kelimeler, 59’u alet ve kap kacak kelimeleri, 55‘i giyecek, 65’i sanatlarla alakalı, 313’ü ise çeşitli sahalara ait kelimelerdir. Cheneb, Türkçe özel adları çalışmasına dahil etmemiştir.
Ahmet Ateş, Cheneb’den müstakil olarak yaptığı bir araştırmada Arap edebî dilinde 539 Türkçe kelime tesbit etmiştir. Ateş Türkçe örnek kelimesinin dahi urnîk şeklinde ve “örnek, model, şekil” manasında Arapçaya geçtiğini de (çoğulu arânîk) kaydetmiştir (Ahmet Ateş, “Arapça yazı dilinde Türkçe kelimeler üzerine bir deneme”, Türk Kültürü Araştırmaları, 1965, 2. yıl, 1-2. sayı, 5-25. s.).
Hüseyin Ali Mahfuz, Bağdad Arapçasındaki 500 Türkçe kelimenin listesini yayımlamıştır (Ahmet Ateş, “Arapça yazı dilinde Türkçe kelimeler, 10. yüzyıla kadar”, Reşit Rahmeti Arat İçin, Ankara 1966, 26. s.).
Erich Prokosch adında bir Alman alimi de Sudan Arapçasına 259 Türkçe kelimenin geçtiğini tesbit etmiştir. Bunların içinde ağa, balta, baklava, basma, bastırma, başıbozuk, binbaşı, birinci, bohça, boru, bölük, burma, burgu, damga, demir, doğru, dolap, dondurma, cebehana, çizme, gümrük, hekimbaşı, kanca, karakol, kavun, kavurma, kazan, kılavuz, kışlak, orta, sancak, şiş, tabur, temelli, topçu, yüzbaşı gibi kelimelerle –cı eki de vardır (Erich Prokosch, Osmanisches Wortgut in Sudan-Arabischen [Sudan Arapçasında Osmanlı Kelimeleri], Klaus Schwarz verlag, Berlin 1983, 75 s.).
Son zamanlarda bu mevzuda çalışan Bedrettin Aytaç, Arap Lehçelerindeki Türkçe Kelimeler (İstanbul 1994) isimli eserinde Arapçaya şimdilik 941 kelimenin geçtiğini meydana koymuştur (Bedrettin Aytaç, Arap Lehçelerinde Türkçe Kelimeler, TDAV y., İstanbul 1994, 159 s.).
Aytacın çalışmasında Arapçaya geçen kelimelerin 179’unun meslek ismi, 75’inin yiyecek içecek ismi, 97’sinin çeşitli sıfatlar, 45’inin askerlikle ilgili kelimeler, 24’ünün özel isim, lakap ve unvan, 40’ının mekân ismi, 89’unun araç gereç ismi, 15’inin fiil, 52’sinin giyim kuşam ve dokumacılıkla ilgili isimler, 8’inin akrabalıkla, 6’sının madenlerle, 7’sinin hayvanlarla ilgili olduğu görülmektedir. (Toplamı 657’dir). Geri kalan 284’ü sair isimlerdir. Bunların içinde çavuş (çaviş veya şaviş şeklinde), topçu gibi çok kullanılan kelimelerle beraber, çapçak (kulplu ve madeni bir kap, eski Türkçede çamçak) ile sagu (ağıt), sagucu (ağıtçı) gibi günümüz lisanında kullanılmayan eski Türkçe kelimeler bile vardır.

Arnavutçadaki Türkçe kelimeler

Arnavutçadaki Türkçe kelimelerin sayısı 5 ila 10.000 bin arasındadır. Bu mevzuda da yapılmış bir çalışma yoktur.

Yunancadaki Türkçe kelimeler

Yunancada 5.000 ila 7.000 civarında Türkçe kelimenin olduğu tahmin edilmektedir. Yunanlılarda Türk kompleksi olduğu için Yunan ilim adamları her hangi bir çalışma yürütmemişlerdir.

Ermenicedeki Türkçe kelimeler

Ermenilerin henüz Türk kompleksine sahip olmadıkları bir zamanda 1902’de H. Açaryan isimli bir Ermeni, Türkçeden Ermeniceye 4.200 (dört bin iki yüz) kelimenin geçtiğini tesbit etmiştir (Hasan Eren, “Türkçedeki Ermenice alıntılar üzerine”, Türk Dili, ağustos 1995, 524. sayı, 862. s). Hatta bu tesir o derecededir ki, Türkçenin etkisiyle Ermeni dili yapı ve sentaksını (söz dizimini) dahi değiştirmiştir (Bahtiyar Vahabzade, haz. Yusuf Gedikli, Ömürden Sayfalar, Ötüken n., İstanbul 2000, 196-197. s.).
Robert Dankoff, yukarıdaki rakama ilave olarak Ermeni diyeleklerinde 150 Türkçe sözün varlığını tesbit etmiştir. Halbuki Türk yazı dilindeki Ermenice kelimeler, sadece 5-10 tanedir (Hasan Eren, “Türkçedeki Ermenice alıntılar üzerine”, 903-904. s.).
Ancak bu bir asır evvel yapılmış eksik bir çalışmadır. Ermenicedeki Türkçe kelimelerin sayısı 10 binden az değildir. Sadece şu kadarını belirtelim ki Türk kamu oyunda çok yaygın olan örnek kelimesinin Ermenice olduğu inanışı yanlıştır. Örnek batı Türklerinden doğudaki Altaylılara, Doğu Türkistanlılardan Tatarlara kadar bütün Türk lehçelerinde mevcuttur (Örnek hakkındaki yazımız için Türk Dilinin eylül 2003 tarihli sayısına bakılabilir).

Netice

Türkçe eski, köklü, zengin, yaygın ve çok konuşulan bir dildir. Tarih boyunca bir çok lisan ve halkla alış veriş içinde olmuştur. Hem kelime almış, fakat aldığından ziyadesini vermiştir (Sanırız aldığından az verdiği diller Arapça, Farsça ve Fransızcadır. Geri kalan bütün dillere aldığından fazlasını vermiştir).
Lakin Türkçenin yabancı lisanlara etkisi henüz gerektiği kadar araştırılıp incelenmemiştir. Bilhassa Arnavutça, Yunanca, Ermenice ve hatta Gürcücedeki Türkçe kelimelerin bir an evvel araştırılması gerekmektedir. Tabii ki bu, herkesten evvel bize düşen mühim ve kutsal bir vazifedir.
Aynı vazife Kafkas dilleri, Moğolca, Çince, Korece, Urduca için de variddir. Urduca zaten Türkçe ordu kelimesinden gelmektedir. Binlerce kelime verdiğimiz bir dildir.
1. Türk Dili Kurultayını açarken, “Öyle bir Türkçe yapalım ki bunu Kaşgardaki Türk de konuşsun, anlasın; Baküdeki, Türkiyedeki de” diyen Atatürkün emrini yerine getirmek için var gücümüzle çalışmamız gerekiyor (Hasan Eren, “Dilde birlik”, Bilimsel Bildiriler 1972, 159. s.).

Dilin Kökeni: Kur'an-ı Kerim ve Diğer Kutsal Kitaplara Göre Dil Olgusu

Doç. Dr.Hidayet AYDAR-Yrd.Doç.Dr. İsmail ULUTAŞ.
Bu makalede, insan olmanın en önemli özelliklerinden biri olan dil konusu üzerinde durulmaktadır. Dil, insanları diğer varlıklardan ayıran temel özelliklerden biridir. İnsan, iletişimini seslere dayalı olan dil sistemini kullanarak gerçekleştirmektedir. İnsanların varlıklara isim koymak için kullandıkları dilin ilk kelimeleri nasıl ortaya çıkmıştır? İşte bu makalede, insanın konuşma özelliğinin nasıl ortaya çıktığı hususunda kutsal kitapların verdiği bilgiler ile bu konuda ileri sürülen bazı teoriler ele alınmıştır. Fakat makalenin asıl konusu, dilin ortaya çıkışı ile ilgili teoriler olmadığı için, bunun üzerinde fazla durulmamış, daha çok kutsal kitapların meseleye yaklaşımı ele alınmıştır.
Dünya üzerinde insanlardan başka daha pek çok canlı bulunmaktadır. Bir kısmı karada, bir kısmı da denizde yaşayan binlerce tür hayvanın varlığı bilinmektedir. Tabiatta mevcut bitki türleri daha da fazladır. Tüm bu canlı türleri içerisinde sadece insanlar, konuşabilme özelliğine sahiptirler. Hatta insanı diğer varlıklardan ayıran en temel vasfın "konuşma", yani düşüncesini sembollerle ifade edebilme yeteneği olduğu belirtilmiştir. Nitekim mantık âlimleri insanı, "konuşan hayvan" (Esîruddîn el-Ebherî 1998: 64-65) veya bunun daha köklü bir ifadesi olarak "sembol kullanabilen varlık" (Karaağaç 2002: 25) diye tarif etmişlerdir. Bu noktaya temas eden pek çok ünlü dil bilimci konuşma yetisinin, sadece insana özgü doğal bir yeti olduğunu belirtirler (Kıran 1996: 57). Muhtemelen diğer canlıların da kendi aralarında bir haberleşme şekli vardır. Nitekim başta balina ve yunuslar olmak üzere, karıncalar, arılar ve diğer bazı hayvanların, kendi aralarında haberleşebildikleri belirtilmektedir. Ne var ki, insanların konuşup haberleşmeleri bunlarınkinden çok farklı ve mükemmeldir.
1.1. DlLlN ORTAYA ÇIKIŞI YÖNÜNDEKİ GÖRÜŞLER
İnsan bu konuşma yeteneğini nasıl elde etmiştir? Diğer varlıkların aksine, insan nasıl bu şekilde konuşabilmiştir? İnsanın ilk kez konuşmayı nasıl öğrendiği ve nasıl konuşmaya başladığı sorusu dil bilimcileri en çok meşgul eden sorulardan biri olmuştur. Dilin nasıl ortaya çıktığı konusunda pek çok farklı çalışmada değişik teoriler ortaya atılmıştır. Dilin nasıl doğduğu konusu modern dil bilimi ile bu bilime yakın olarak çalışan antropoloji ve nöroloji gibi bilim dallarının da araştırma konusudur. Bu üç bilim dalı arasında probleme bir çözüm bulmak için iş birliği de yapılmaktadır.
Dilin doğuşu ile beynin gelişimi ve çalışması arasında sıkı bir ilişki olduğu düşünülmektedir. Nöroloji araştırmaları yapan bilim adamları insan beyninin davranış ve duyuları kontrol edip yönlendiren farklı bölümlere sahip olduğunu belirtiyorlar. İnsan beyninin her ne kadar dil ile ilişkili olduğu herkes tarafından tartışılmasız kabul edilen bir gerçek olsa da dilin beyin tarafından nasıl ve ne zaman ilk ortaya konulduğu ve geliştirildiği henüz meçhuldür. Bu soruyla ilgilenen dil bilimciler ve antropologlar dilin tarihte kabaca ne zaman ortaya çıktığı konusu ile ilgilenirler ve dilin ilk dönemlerinin nasıl olabileceği konusu üzerinde teori geliştirirler. İnsan beyni insanın davranış ve duyularını kontrol edip yönlendiren farklı bölümlere sahiptir: Mesela, dokunmak, görmek, işitmek vs. Dil ve beyin ilişkisini araştıran çalışmalar neticesinde konuşma yetisinin beynin Broca ve Wernicke bölümleri tarafından yönlendirildiği ortaya konmuştu. Broca dilin üretilmesinden Wernicke ise dilin dinlenilip anlamlandırılmasından sorumludur (Gutin 1996: 82-90).
Dil ve konuşma beyin tarafından işletilen bir sistemdir, bu sistemin çalışması görme duyusu sisteminin çalışmasına benzer. Görme işleminde somut resimler alınıp işlenirken dilde soyut kavramlar ile farklı bir işletim belirmektedir. Kelimeleri belli bir söz dizimi içinde genel bir metin çerçevesi dahilinde işleyip anlamlandırmak beynin fonksiyonudur; bu yönüyle dil görme işlevinin yerine getirilmesine benzemektedir. Görmede varlıklar ve bunların karşılığı resimler somut iken konuşma ve konuşmayı anlamlandırmada sesler ve kelimeler ile bunların karşılığı olan kavramlar soyuttur (Gutin 1996: 86).
Dilin ve beynin gelişmesinde kültürün önemli olduğunu ileri süren görüşler vardır. Kültürün insanın yaşamasını, psikolojisini ve dilini etkilemesi önceki kuşakların edindiği bilgilerin, eylemlerin, hislerin vs. sonraki kuşaklara aktarılması biçiminde olur. Dilin toplu yaşayan canlılar arasındaki iletişimi sağlamada kullanılan bir araç olma özelliği onun mükemmel bir sistem halinde gelişmesini sağlamıştır. Topluluk halinde yaşayan diğer canlılarda da ilkel iletişim sistemleri tespit edilmiştir; ancak bunlar insan dilindeki karmaşıklığa ve gramere sahip olmanın çok uzağındadırlar (D'Andrade 2002: 223­232). İnsan dışındaki canlıların iletişimlerinin sınırlı kalması ve halihazır-görünen zaman ve mekân çizgisini aşamaması dikkat çekicidir. İnsan dilinin halihazır-görünen zaman ve mekân çizgisinin somut sınırlarını aşması, simgeleri kullanması onu mükemmel bir iletişim aracı haline getirmiştir. Dilin bu seviyeye gelmesinde nesilden nesile kültür aktarımının rolü büyüktür. İnsanın dildeki simge ve temsil işlevini geliştirmesi, onun kültürünü, öğrendiklerini gelecek nesillere aktarabilmesine imkân sağlamıştır. Dildeki simge işlevi gelişmemiş olsaydı her bir ferdin hayatı boyunca biriktirdikleri kendisiyle birlikte ölmüş olacaktı. İşte nesilden nesile dil vasıtasıyla aktarılacak olan bilgileri depolayacak ve dil vasıtasıyla işleyecek büyük ve işlevsel bir beyne ihtiyaç bu noktada belirmiştir. Beyin ve dil arasındaki bu etkileşim karşılıklı olmuş; beynin büyümesi ve işlevselleşmesi simgeye dayalı dilin gelişmesini sağlamıştır (D'Andrade 2002: 228).
Dilin doğuşunda ilk safhanın ses değil işaret olduğunu ileri süren teoriler de vardır. Dil önce işaret dili olarak doğmuş; sonra insanın gelişmesi ve ellerini başka işlerde alet kullanımına ayırması dolayısıyla ses düzeyine geçmiş ve buradan gelişimine devam etmiştir. Ses telleri ve gırtlak arasındaki mesafenin bugünkü düzeyine gelmesi ile insanın farklı değişik sesleri çıkarabilme yeteneği gelişmiş; bununla paralel olarak iletişim dili, el hareketleri ve mimik düzeyinden ses düzeyine yükselmiştir (Zimmer 1995: 38-39).
İnsanın dil ile olan bağlantısı çok ilgi çekicidir, 6 yaşına gelen bir çocuk 10 binden fazla sözü kelime hazinesine kayıt etmiştir. 4 yaşındaki bir çocuk ise dilindeki gramer kurallarını hatadan uzak olarak kullanabilme yeteneğini yüzde 95'e çıkartmıştır. Bunu yaparken de çocuk hiçbir düzenli eğitime gerek duymaz; dili konuşabileceği ve işitebileceği bir ortam onun için yeterlidir. Çocuğun bütün bunları yapabilmesi ancak onun dil yeteneği ve mekânizmasıyla doğmasına bağlanabilir. Gramer dilin seslerini ve kurallarını, kelime biçimlerini ve söz dizimini kapsar ve bu sınırlı verilerle daha önce hiç işitilmemiş sınırsız sayıda cümle kurabilme imkânını sağlar. İşte bugün bebeklerin çok karmaşık olan dili kolayca öğrenebilmelerinin altında genlerdeki bu dil kalıtımı yatmaktadır (Nowak 2000-2001: 36­44).
Dilin doğuşunda taklidin yattığını ileri süren teoriler de vardır. Mesela ölen kişinin ardından tutulan yas törenlerine katılanlar ağlamayı taklit ederler; görünüşte bu ağlamadır ama gerçek bir ağlama değildir. Amaç burada sosyalleşmeyi sağlamaktır. Bu yas ağlaması gerçek ağlamaya hem benzer hem benzemez. Görünüşte ona benzeyecektir; ancak amaç açısından ondan ayrılacaktır. İşte bu ilişki dilin doğuşunun temelini oluşturmuştur. Beynin ses organları özellikle de gırtlak üzerindeki hakimiyetinin gelişmesi, dilde çıkarılması zor olan seslerin kolayca ve art arda çıkarılabilmesini sağlamış; böylece kelimelerin anlam temelinde yatan seslerin karşıtlığı ilkesi gerçekleştirilebilmiştir. Gramerin ve sentaksın gelişmesi ile dil bir bütün olarak ortaya çıkmış; dil yeteneği de nesilden nesile kalıtım yoluyla aktarılmıştır (Urban 2002: 233-246).
Dilin ve sembollerin kullanımı insanın hayatını devam ettirebilmesi için önem ve öncelik arz etmeye başlayınca dil, eş zamanlı ama birbirinden ayrı ve farklı olarak dünyanın çeşitli bölgelerinde farklı sosyal gruplarda doğup gelişmeye başlamıştır.
Dilin kültürel çerçevedeki işlevi yani kullanana hayatta kalabilmeyi sağlaması ve hayatı kolaylaştırması bütün farklı sosyal topluluklarda aynıdır. İnsan beyni farklı bölgelerde dil bahsinde aynı ortak yönelişe doğal olarak ulaşmıştır. Sözü araç olarak kullanmadan da anlam, işaretler yoluyla, çizgiler yoluyla ortaya konulabilir. Bu özellikle somut anlamlar için mümkündür, eski dönemlerden taşlar, kayalar üzerine bunun pek çok kazınmış örnekleri kalmıştır. Soyut anlamlar da başlangıçta gerçek somut figürler üzerine kurulmuştur. Bu figürler zamanla pratikleşip gerçek varlıklar ile görünen bağlarını koparmışlar; bu da yazının, alfabenin gelişimini doğurmuştur (Otte 2007: 49-59).
Dilin doğuşunda insanın şimşek çakması veya büyük yangınlar karşısında çaresiz kalması ile açığa çıkan iç duygularının yer aldığı ileri sürülür. Korku çaresizlik gibi ortaya çıkan bu duygular insanı harekete geçirici rol oynarlar. Bu yoğun duygulardan boşalma görevi görecek olan semboller, sembolik dilin doğuşuna yol açmıştır. İlk çıkan dil öğeleri de ünlemler ve isimler olmuştur. Dilin insanoğlundaki duygu ve kavrama güçlerinin bir birleşimi olarak ortaya çıktığını söylemek mümkündür. İnsanın çevresini kontrolü altına almasında mükemmel bir araç olan dil, kendi iç dinamiği ile teorik düşüncenin yollarını açan ve geliştiren bir araç haline gelmiştir (Shanahan 2000: 246-270).
Yukarıda verdiğimiz bu teori ve görüşlerin yanında dilin, Allah'ın insanlara verdiği bir ilâhî kudret, tanrısal bir armağan olduğu da söylenmiştir. Şimdi İslam âlimlerinin konu ile ilgili görüşlerine geçebiliriz.
1.2. İSLAM ÂLİMLERİNİN GÖRÜŞLERİ
Bazı müslüman usul âlimlerinin de konu üzerinde uzun uzadıya durdukları görülmektedir. Bunlar, varlıkların isimlerinin kim tarafından konulduğu konusu üzerinde ittifak edememişlerdir. Başta Ebü'l-Hasan el-Eş'arî (v. 330/941), Ebû Ali el-Cübâî, Ebu'l-Kasım Abdullah el-Ka'bî (v. 317/929), Muhammad b. el-Hasan ibn Fûrek (v. 406/1015) olmak üzere bazı âlimler, varlıkların isimlerinin Allah tarafından konulduğunu, dolayısıyla bütün dillerin Allah tarafından vaz'edildiğini söylemektedirler. Bunlar, başta "Allah Adem'e bütün isimleri öğretti" ayeti olmak üzere bazı Kur'an ayetlerini delil olarak kullanmaktadırlar. Buna göre diller tevkîfîdir; yani Allah tarafından vaz'edilmişlerdir. Allah bunu, ya vahiy yolu ile ya insanda halk ettiği bir zorunlu bilgi ile yahut varlıklarda manalara delalet eden bir takım sesler yaratıp insanlara duyurması ile yapmıştır. Sonra da insanlar öğrendikleri bu dili, kendilerinden sonra gelen nesillere öğretmişlerdir...  Bazı âlimler, dilin bir bütün halinde öğretilmiş olduğunun zannedilebileceğini belirttikten sonra, bunun böyle olmadığını söylemekte ve şu bilgileri vermektedirler: Allah Adem'e kendi döneminde ihtyaç duyduğu kadarını öğretti. Sonra ardından gelen peygamberlere de ihtiyaç duydukları kadarını öğretti, nihayet peygamber Muhammed'e bunların tümü yanında ayrıca diğerlerine öğretmediklerini de öğretti. Böylece dil karar kılmış oldu.
Bazıları da, dili icad edenin insanlar olduğunu iddia etmektedirler. Başta Ebû Hâşim (v. 321/933) olmak üzere Mutezile mezhebine mensup âlimlerin kabul ettiği bu görüşe göre, her varlığa, onun manasına uygun isimler verenler insanlardır; Allah değildir. Bunlar da, başta "Biz, her peygamberi, onlara hakikatleri iyice açıklasın diye kendi milletinin diliyle gönderdik" anlamına gelen İbrahim suresi 4. ayeti olmak üzere bazı ayetleri, görüşlerini desteklemek üzere kullanmışlardır.
Üçüncü bir kısım âlime göre, manalar ve onlardaki ıstılahlara isim koymak için, insanların muhtaç olduğu kadarını vaz'edip öğreten Allah'tır. Kul bunu, Allah'ın onda yarattığı zarurî bir ilim ile bilir. Bunun dışındakilerin ise, insanın kendisi tarafından konulmuş olması muhtemeldir. Bu da şu şekilde gerçekleşmiş olmalıdır: İnsanlar, bir varlığın manasını ifade için bir ıstılah üzerinde ittifak eder ve bunu da birbirlerine söylerler. Sanki onlardan bir kısmı diğerine der ki: "Biz falan şey için filan lazfı koymak ve onun manası için onu ıstılah yapmak istiyoruz, sen de bu konuda bizimle ol!" Ya da, birbirlerine derler ki: "Şunun için şunu koyalım."Böylece aralarında sözlü bir anlaşma hasıl olur ve bu anlaşmayla varlıkların adları konmuş olur.
Burada, yine Mutezile mezhebine mensup bir âlim olan Abbâd b. Süleyman'a atfedilen bir görüşe de işaret etmeliyiz. Buna göre, eşyanın isimleri kendiliğinden olmuştur. Ancak, bu görüş pek itibar görmemiştir.
Tabii ki bütün bu görüşler eleştiriye tabi tutulmuştur.Âlimlerin ve araştırıcıların ekserisi, dilin ortaya çıkışı konusunda ileri sürülen ve yukarıda sözü edilen görüşlerin tümünün doğru olabileceğini; bunlardan herhangi birinin doğruluğuna kesin kanaat getirmediklerini söylemektedirler.
Bütün bunların sonunda, dilin kaynağının ne olduğu konusunun açıklık kazanmadığını söylemek durumundayız. Esasen bu konu, kadîm Yunan filozofları dönemine gidecek kadar çok eski zamanlardan beri tartışılmış, dilin aslıyla ilgili yüzlerce kuram ileri sürülmüş, fakat hangisinin kesin doğru olduğu konusunda fikir birliğine varılamamıştır. Konuşma yeteneğinin Allah tarafından insana verildiği, daha sonra da insanın, yaşadığı ortama ve şartlara göre, farklı etkenlerden hareketle çevresindeki eşyaya kendisinin isim koyduğu şeklindeki görüşe daha yatkın olduğumuzu belirtmeliyiz.
2. KUTSAL METİNLERDE DİL OLGUSU
Üç büyük kutsal kitap olan Tevrat, İncil ve Kur'an'da dil ve dilin ortaya çıkışı konusunda bazı bilgiler mevcuttur. Biz burada kronolojik sıraya göre, bu metinlerde dil ve dilin ortaya çıkışıyla ilgili tespit edebildiğimiz bilgileri vermeye çalışacağız.
2.1. KUTSAL KİTAPLARA GÖRE DİLİN ORTAYA ÇIKIŞI
Daha önce, bazı bilim adamlarının dilin ortaya çıkışı konusundaki görüşlerini ve bu yönde ileri sürdükleri teorileri vermiştik. Burada ise, kutsal kitaplarda tesbit edebildiğimiz konuyla ilgili bilgileri zikredeceğiz. Ancak şunu belirtmeliyiz ki, kutsal metinler, -özellikle Kur'an-, insanları herhangi bir konuda geniş bir şekilde bilgilendirmek gibi bir gaye taşımazlar. Bunlar daha çok, vakıalara dikkat çekerek oradan muhatabı imana götürmeyi amaçlarlar. Dolayısıyla dil ve dilin ortaya çıkışı gibi hususlarda kutsal kitaplarda sistematik bilgi bulunmamaktadır.
2.1.1.    TEVRAT'A GÖRE
Tevrat, dilin ortaya çıkışı konusunda en geniş malumat veren kutsal kitaptır. Eşyalara isim konulması konusunda Tevrat bizlere şu bilgileri vermektedir: "Ve Rab Allah dedi: Adamın yalnız olması iyi değildir; kendisine uygun bir yardımcı yapacağım. Ve Rab Allah, her kır hayvanını ve göklerin her kuşunu topraktan yaptı; ve onlara ne ad koyacağını görmek için adama getirdi; ve adam her birinin adını ne koydu ise, canlı mahlukun adı o oldu. Ve adam bütün sığırlara ve göklerin kuşlarına ve kır hayvanına ad koydu.. ."14
Kadına da ilk defa o "ischa" (İbranîce) adını vermiş ve bu isim bugüne kadar kullanıla gelmiştir.15 Tevrat'a göre, Allah adamı yarattıktan bir süre sonra üzerine derin bir uyku verir ve onun kaburga kemiğinden eşini yaratır, arkasından onu adamın yanına getirir. Adam uyanıp yanındaki kadını görünce şöyle der: "Şimdi bu benim kemiklerimden kemik ve etimden ettir; buna "ischa" denilecek, çünkü o "isch"ten (insan) alındı''16
Görüldüğü gibi Tevrat'a göre tüm varlıkların adlarını ilk insan koymuş ve bu isimler onun koyduğu gibi kalmıştır. Onun bu koyduğu isimlerle de ilk dil ortaya çıkmıştır.
Ancak Tevrat, ilk insanın konuşmayı nasıl öğrendiği, varlıklara isim koyma özelliği ve yeteneğini nasıl kazandığı konusunda bilgi vermez.
2.1.2.    İNCİL'E GÖRE
İncil'de de kelam üzerinde durulur. Yuhanna İncili'nin ilk ayetlerinde şöyle denir: "Başlangıçta Kelam vardı; Kelam Allah'ta idi ve Kelam Allah idi. Başlangıçta o Allah'ta idi. Her şey onun vasıtasıyla varoldu ve varolan hiçbir şey onsuz olmadı"17 Yuhanna'nın başka bir yerinde de İsa'nın söylediği sözlerin (kelam) "ruh" olduğundan bahsedilir.18 Bu yüzden Hıristiyanlıkta, kelama,büyük bir önem verilmektedir (Elllul 1998: 73). Buralarda geçen "kelam" farklı şekillerde yorumlansa da, "söz"le, yani dil ile de ilişkisi kurulabilir.
İlk insanın konuşmayı nasıl öğrendiği, varlıklara nasıl isim koyduğu hususuna gelince, bu konuda Hıristiyan ilahiyatçılar da Tevrat'ta verilen bilgileri esas almaktadırlar. Çünkü onların kutsal kitap kolleksiyonu arasında, Yahudilerin kutsal kitabı olan Tevrat da vardır. Başka bir ifadeyle onlar, Ahd-i Cedid dedikleri İncil yanında, Ahd-i Kadim dedikleri Tevrat'a da kutsal kitap olarak inanıp, ikisini birden Kitab-ı Mukaddes diye kabul etmektedirler. Dolayısıyla Ahd-i Kadim'deki bilgiler onları da bağlar.
2.1.3. KUR'AN'A GÖRE
Diğer ilahi kitaplar gibi Kur'an da ilk insan olan Âdem'den, ona eşyaların isimlerinin öğretilmesinden vs. bahseder. Yukarıda Tevrat'ın, Âdem'in konuşmayı nasıl öğrendiğinden, eşyanın adını neye göre koyduğundan, bunları nereden öğrendiğinden bahsetmediği belirtildi. Kur'an ise bu konuda bilgi vermekte ve ona bunları Allah'ın öğrettiğini anlatmaktadır: "Ve (Allah) Adem 'e isimlerin tümünü öğretti."19 Bundan hareketle, "varlıklara ilk kez Allah'ın ad koyduğu ve bunları Âdem'e öğrettiği" söylenebilir. Ancak bu ad koymanın ve buna dair bilgiyi Âdem'e öğretmenin keyfiyeti tam olarak bilinmemektedir. Bu konuyla ilgili olarak müslüman âlimler arasında meydana gelen görüş ayrılıklarının bir kısmına yukarıda temas etmiştik.
Dil olgusuyla doğrudan ilişkisi olan ve İncil'de çok mühim addedilen "kelam"a gelince, Kur'an da buna büyük değer atfetmektedir. Kelam sözcüğü muhtelif şekillerde Kur'an'da yetmiş beş defa geçmektedir.20 Buralarda "kelam" sözü farklı bağlamlarda ve genelde konuşma anlamında kullanılmıştır. Allah'ın Hz. Musa'yla konuşması, İsa peygamberin beşikteyken konuşması, yerden çıkacak olan bir dabbenin konuşması, uzuvların konuşması, Yahya ve İsa peygamberlere "Allah'ın kelimesi" denmesi bunların en dikkat çekenleridir.
Allah, Hz. Muhammed'e indirdiği kutsal kitabı Kur'an için de "kelam" nitelemesi yapmaktadır. Bu açıdan "kelam", aynı zamanda Kur'an'ın isimlerinden biridir. Nitekim ayette, "Rabbinin sözü (kelamı),     hem    doğruluk,     hem    de     adalet bakımından tamamlanmıştır..'' denilmektedir ki, buradaki kelamdan kastın Kur'an olduğu belirtilmiştir. 
Üç ilahi kitabın verdiği bilgiler göz önünde bulundurulduğunda, mevcudatın varlığından önce "söz"ün olduğu, eşyanın isimleri anlamında "söz"ü Allah'ın Adem'e öğrettiği, Adem'in de bu bilgiye dayanarak eşyaya isim verdiği ve bunun da gelişerek nesilden nesile geçtiği söylenebilir.
2.2. KUTSAL METİNLERE GÖRE KONUŞULAN İLK DİL
Yukarıda insanların dışındaki bazı varlıkların konuşmalarının mahiyetinin şimdilik bilinmediğine işaret ettik. Esasen onlar mahiyet itibariyle insanlardan farklı bir düzlemdedirler; dolayısıyla konuşmaları da farklı bir frekansta olacaktır. İnsan neslinin ilk kez ne zaman ve nasıl konuşmaya başladığına gelince, bütün kutsal kitaplar, Adem'i insanlığın atası olarak kabul ederler ve ilk kez onun konuştuğunu belirtirler. Nitekim yukarıda bunlara işaret ettik. Bazı kaynaklarımız, Adem'in yaratıldıktan ve bedenine ruh üflendikten  sonra canlandığını, bu arada hapşırdığını, akabinde hemen "elhamdulillâh" dediğini kaydederler.Kesin olmayan bu görüşe göre Adem'in söylediği ilk söz, "elhamdulillâh" sözü olmaktadır. Adem'in konuşmayı nasıl öğrendiği, nasıl konuştuğu ve hangi dil ile konuşmaya başladığı gibi hususlar konusunda da kesin bilgiler mevcut değildir. Âlimler, Adem'in konuşmayı şu iki şekilden biriyle öğrenmiş olma ihtimalinden bahsediyorlar; ya her varlığın adını bizzat Allah koyup onları Adem'e öğretti, ya da Allah, Adem'e varlıklara isim koyup onları telaffuz etme istidadı verdi, o da buna göre varlıklara ad koydu (Yazır 1998: 308-309).
Âlimlerimiz, Adem'e, dilin öğretildiği veya ruhuna böyle bir yeteneğin üflendiği vakit konusunda da hemfikir değildirler; bu durum Adem'de henüz ruh verilmeden önce mi, yoksa ona ruh verilip insan şekline geldikten sonra mı gerçekleşmiştir? Ruh üflenmeden önce olması muhtemel olduğu gibi, daha sonra vuku bulmuş olması da mümkündür. Birinci ihtimale göre, Allah onun ruhuna böyle bir istidat vermiştir; o da insan olduktan sonra bu kabiliyetini kullanarak varlıklara isim koymuş, konuşmayı, dolayısıyla dili geliştirmiştir. İkinci ihtimale göre ise, Allah varlıkların isimlerini kendisi koymuş, sonra da bunları bir anda veya peyderpey Adem'e öğretmiş, o da bu öğrendiklerine göre konuşmuştur (Yazır 1998: 310-311).
Bu iki ihtimalden hangisinin kesin olduğu bilinmese de, bilinen bir gerçek vardır; o da Adem'in konuşan bir varlık olduğu ve hayatı boyunca konuştuğudur. Madem Adem konuşmuştur, o halde bu konuşmayı bir dil ile yapmış olmalıdır. Acaba bu dil, hangi dildir? O, hangi dil ile konuşmuştur? Bugün kullanılmakta olan dillerden biri ile mi, yoksa tarihin belli bir zaman aralığında kullanılıp sonra unutulmuş olan ölü dilleden biri ile mi? Bu konuda da net bir bilgiye sahip değiliz. Şayet bu konuşma, bugün kullanılmakta olan dillerden biri ise, bu dilin hangisi olduğu da kesin olarak bilinmemektedir.
Adem'in hayatı iki ayrı safhada ele alınabilir; birincisi, cennetteki hayatı; ikincisi ise, cennetten çıkarıldıktan sonraki hayatıdır. Adem ve eşi Havva, önceleri cennette yaşarlar. Müddetini bilmediğimiz bir süre orada kalırlar. Orada yaşarlarken varlıkların isimleri kendilerine öğretilmiştir. Nitekim Kur'an'daki bir ayette, "Ve (Allah) Adem 'e bütün isimleri öğretti"denilerek buna işaret edilmektedir. Bazı müslüman araştırmacılar, bu ayete istinaden, Adem'e yeryüzündeki her şeyin isminin öğretildiğini söylemektedirler. Bu âlimlere göre bunlar, kendisinden türeyecek bütün insanların, hayvanların, göğün, yerin, denizin, deve, at, merkep ve benzeri yaratıkların isimleri; çanak çömlek yapma gibi zenaatlar, bütün eşyanın sıfatı, ne işe yaradığı gibi hususlardır. İmam Sadık, "Allah, Adem'e ne öğretti?" diye soranlara, "Yerleri, dağları, dereleri, ovaları.. " dedikten sonra, üstünde oturduğu sergiyi göstererek, "Bu sergi de, yüce Allah'ın, Adem'e öğrettiği şeylerdendir" demiş, böylece ona her şeyin öğretildiğini belirtmek istemiştir.Bir önceki ayette geçen "halife" kelimesinden hareketle, burada sözü edilen eğitimin, siyasetin ilkeleri olduğu da söylenmiştir (Bayraklı 2001: 303). Ayrıca ayette, insanın kan dökücülük ve bozgunculuk yönüne işaret edilmesinden hareketle, buradaki eğitimden kastın, insanın kabalık, hamlık ve vahşiliğini ortadan kaldıracak eğitim ilkeleri olduğu da belirtilmiştir (Bayraklı 2001: 303). Ancak bunlar kesin bilgiler olmayıp, mevsuk olmayan rivayetlerden ve tahminden ibarettir. Bu öğretilen şeyler, dünya hayatına ait varlıkların isimleri ve mahiyetleri ile ilgili bilgiler olabileceği gibi, meleklerle birlikte olması hasebiyle o düzleme ait bir takım varlıkların bilgisi de olabilir. Esasen bütün bu isimler, Adem'e, meleklerle birlikte tabi tutulduğu bir imtihanda başarılı olması için öğretilmiştir, yani tamamen o düzleme aittir.
Yukarıda onların cennet hayatındaki konuşmalarından bahsedildi ve bu konuşmanın hangi dilde olduğunun kesin olarak bilinmediği belirtildi. İlahi kitaplar, Adem ile eşinin yasak ağaçtan yemelerinden sonra içinde bulundukları cennetten çıkarılıp yeryüzüne indirildiklerini anlatırlar.
Adem ile eşinin yeryüzüne indirildikten sonra da konuştukları muhakkaktır. Ancak hangi dil ile konuştukları kesin olarak bilinmemektedir. Acaba daha önce cennet hayatında konuştukları dili mi kullanmaya devam etmişler, yoksa yeni bir dil ile mi konuşmuşlardır? Şayet yeni bir dil ile konuşmuşlarsa, bu dili nasıl öğrenmişlerdir? Yukarıda yer verdiğimiz gibi, zamanla bu dili kendileri mi ihdas edip öğrenmiş, yoksa Allah mı kendilerine öğretmiştir? Bu konuda Kur'an'da ve diğer ilahi kitaplarda herhangi bir bilgiye rastlamadık. Ancak, yeryüzü hayatında ilk insanın, başlangıçta veya daha sonraları bir dil öğrenip konuştuğu bir gerçektir. Bazı âlimler, yukarıda zikredilen "Ve (Allah) Adem'e bütün isimleri öğretti" ayetinden hareketle, Adem'e yeryüzündeki her şeyin isminin öğretildiğini söylemektedirler. Dolayısıyla Adem, yeryüzünde Allah tarafından kendisine cennet hayatında öğretilen bu dil ile konuşmuştur. Konuyu değerlendiren bazı bilginler, Adem'den önceki yaratıkların konuşmaktan yoksun olduklarını belirttikten sonra, "dil yeteneği, eşya hakkında bilgi sahibi olup eşyayı bilinçli olarak işleme özelliği, sanat kabiliyeti ancak insanda ortaya çıkmıştır" diyerek, bunların, Allah tarafından insana verildiğine işaret etmekte ve yukarıda verdiğimiz ayeti de buna delil getirmektedirler. (Ateş 1989: I/144).
Bu görüş kuvvetle muhtemel olmakla birlikte, Allah'ın öğrettiği isimlerin yukarıda da değinildiği gibi cennet hayatındaki nesnelerle ilgili olduğu, yeryüzüne indikten sonra konuşma dilini ve eşyaların adlarını, Allah'ın onda ihdas ettiği yetenek sayesinde kendi gayretleriyle kendisinin koyduğu da iddia edilebilir. Nitekim konuyla ilgili bir ayette, Adem'in yere indirilmesinden sonra Rabbinden bazı kelimeler öğrendiği ve onlarla Allah'a tevbe ettiği belirtilir: "Bunun üzerine Adem, Rabbinden bazı kelimeler öğrenip belledi ve (bunlarla) O'na tevbe etti. O da tevbesini kabul etti..." Acaba bu ifade, Adem'in yere indikten sonra yeni bir dil öğrendiği anlamına gelebilir mi? Böyle bir ihtimal söz konusu edilebilir. Bazı âlimlerimiz, burada Adem'in Rabbinden bazı kelimeler almasını, "kendisine verilen akla, bir takım bilgilerin doğması" şeklinde yorumlamışlardır (Ateş 1989: I/148). Bazıları da, özellikle İbn Mes'ud, İbn Abbas gibi sahabenin önde gelenlerine atfettikleri rivayetlerle, bunların Arapça bir takım ibareler olduğunu belirtmişlerdir. Buna göre, Adem'in Rabbinden aldığı sözler, "Allah 'ım sen her türlü eksik sıfattan münezehhsin ve her türlü kemal sıfatla muttasıfsın; sana hamdederim. Senin ismin mübarektir; şanın yücedir. Senden başka ilah yoktur; kendime zulmettim, beni affet, günahları ancak sen affedersin" anlamına gelen "Subhaneke Allahumma ve bihamdik ve tebarek'smuk ve teâlâ cedduk. La ilâhe illâ ente, zalamtu nefsî, f'ağfir lî, innehu la yağfiru'z-zunûbe illâ ente" şeklindeki Arapça duadır. Kur'an'da da, Adem ile Havva'nın, "Rabbimiz, biz kendimize zulmettik. Eğer bizi bağışlamaz ve bize acımazsan, muhakkak ziyana uğrayanlardan oluruz"dedikleri ifade edilmektedir ki, bu ayet, yukarıda sözü geçen rivayetteki duanın son kısmına paralel bir nitelik taşımaktadır. Bazı kaynaklarda kaydedildiğine göre bu dil, Adem'e bir anda ve toptan öğretilmiştir.
Burada, Adem'in Rabbinden alıp konuştuğu ilk sözlerin Arapça olduğu belirtilmiş oluyor. Bunun yanında, Adem'in yere indikten sonra çocuklarıyla Süryânîce konuştuğu ve Adem'in konuştuğu ilk dilin bu dil olduğu da iddia edilmiştir. Konuyu işleyenler arasında yer alan İhvânu's-Safa gurubu da, 17. risalelerinde, "ihtilâfu'l-luğât" bölümünde, Adem ve Havva ile evlatlarının, dünya hayatında Süryânîce veya Nabâtîce konuşmuş olabilecekleri ihtimali üzerinde   durmuşlardır.   Ancak   bu   iddialar,   ciddi delillere dayandırılmadan ileri sürülmüş görüşlerdir. Sonuç olarak, Adem'in cennette ve daha sonraları dünya hayatında konuştuğu dilin hangi dil olduğu tam olarak bilinmemektedir.
2.3. KUTSAL METİNLERE GÖRE DİLİN FARKLILAŞMASI
Yukarıda da belirtildiği gibi ilk dilin hangi dil olduğu kesin olarak bilinmemekle birlikte bazı iddialar ileri sürülmüştür. Bir gurup âlimin naklettiğine göre, "Allah Adem'e bütün "isim"leri öğretti" ayetinde sözü geçen "isim" ile, Arapça, Farsça, Rumca, İbranice, Süryanice ve diğer dillerde bütün yaratıkların isimlerinin öğretilmiş olması murat edilmiştir. Allah Adem'e bütün dilleri öğretmiştir ve bütün dillerle ilk konuşan odur. Hatta, yine Kur'an'dan bir ayet olan "insanı yarattı ve ona beyanı (konuşup düşüncelerini açıklamayı) öğretti" ifadesine dayanılarak, Allah'ın Adem'e 700 dil öğrettiği iddia edilmiştir. Adem'in çocukları da başlangıçta bu dillerin tümü ile konuşuyorlardı, ancak Adem ölüp, çocukları, torunları farklı yerlere dağılınca, onların her bir grubu, zamanla bu dillerden birini konuşur oldu. Aradan uzun zaman geçip bütün bu dilleri bilen ilk nesil ölünce, yeni nesiller diğer dilleri bilmez oldular, her grup kendine ait bir dili bilir ve onunla konuşur oldu. Böylece farklı diller ortaya çıktı.
Bunun yanında, Adem'in önceleri tek bir dil konuştuğu, daha sonraları diğer dillerin bu ilk dilden türediği de söylenmiştir. Âlimler, daha çok bu ilk dilin Süryanice, Nabâtice veya İbranice olabileceğini söylemektedirler. Bilhassa bazı müslüman âlimlerin, bunun Arapça olduğunu iddia ettikleri de olmuştur. Hatta bu konuda pek çok deliller dahi ileri sürmüşlerdir. İbn Abbas'a atfedilen bir görüşe göre, "Allah Adem'e bütün isimleri öğretti" ayetinde sözü geçen isimler, Arapça olarak öğretilmiştir. Bu yüzden "Arapça, Allah tarafından vaz'edilmiş bir dildir", yani orijinal deyimiyle "tevkîfî"dir  İbn Kesir'in (v. 774/1372) nakletti ğine göre, Süfyan es-Sevri, Adem'in konuştuğu dilin Arapça olduğunu; tüm ilâhî kitapların bu dille indiğini, daha sonraları diğer dillere çevrildiğini söylemiştir.42 Bazı rivayetlerde, Adem'in cennette konuştuğu dilin Arapça olduğu, yasak meyveden yediği için ceza olarak kendisinden bu dilin alındığı, onun yerine Süryanice'nin verildiği, ancak dünya hayatında tevbe edip af dilemesi üzerine, yeniden kendisine Arapça'nın verildiği belirtilmektedir.43 Bu konuda başka iddialar da ileri sürülmüştür44 ki, bu tür görüşlerin herhangi bir dayanağının olmadığını söylemek durumundayız.
Kur'an, insanların önceleri bir tek millet olduklarından bahsetmekle birlikte dillerinin bir tek dil olduğunu söylemez. Ancak Kur'an, insanların önceleri bir tek ümmet olduklarından bahsetmektedir: "İnsanlar bir tek ümmet idi..''45 Başka bir ayette ise bu husus şöyle dile getirilmektedir: "İnsanlar aslında tek bir ümmet idiler; sonradan ayrıldılar..."46 Acaba söz konusu dönemde bir tek ümmet olan insanların dilleri de bir miydi? Doğal olan, dillerinin de bir olmasıdır. Dolayısıyla, söz konusu zaman diliminde bir tek ümmet olan insanların, dillerinin de bir olduğu söylenebilir. Nitekim önemli müfessirlerimizden Hamdi Yazır, insanların başlangıçta bir tek toplum ve bir tek millet olduklarından bahisle buna işaret etmektedir (Yazır 1998: II/69). Ancak "ümmet" kelimesi, farklı dilleri konuştuğu halde, aynı inanç etrafında toplanan veya ortak niteliklere sahip olan insalar gurubu anlamına gelmesi hasebiyle, tek ümmet oldukları halde, dillerinin farklı olması da muhtemeldir.
Kur'an, bu konuda bir şey söylemezken, Tevrat, konuya açıklık getirmekte ve insanların dillerinin bir olduğunu açıkça belirtmektedir: "Ve bütün dünyanın dili bir ve sözü birdi..."41 Tevrat'ta daha sonra âdemoğullarının bir şehir (Babil) kurmalarından ve orada başı göklere değecek kadar yüksek bir kule yapmalarından söz edilerek şöyle denmektedir: "Ve âdemoğullarının yapmakta oldukları şehri ve kuleyi görmek için Rab indi. Ve Rab dedi: İşte bir kavimdirler ve onların hepsinin bir dili var ve yapmaya başladıkları şey budur ve şimdi yapmaya niyet ettiklerinden hiçbir şey onlara men edilmeyecektir. Gelin inelim ve birbirlerinin dilini anlamasınlar diye, onların dilini orada karıştıralım. Ve Rab onları bütün yeryüzü üzerine oradan dağıttı ve şehri bina etmeyi bıraktılar. Bundan dolayı onun adına Babil denildi; çünkü Rab, bütün dünyanın dilini orada karıştırdı ve Rab onları bütün yeryüzü üzerine oradan dağıttı." Tevrat'ta yer alan bu ifadelerden, insanların, önceleri dillerinin tek bir dil olduğu, ancak daha sonra Rab Allah tarafından dillerinin karıştırıldığı, böylece farklı dillerin ortaya çıktığı anlaşılmaktadır.
Buna benzer bir rivayet İbn Abbas'a da atfedilmektedir. Buna göre, Nuh'a 80 civarında kişi iman etti. Bunlar, tufanın dinmesinden sonra Musul yakınlarında bir yere indiler ve orada "Seksenlerin köyü" adında bir köy kurdular. Bu köyde yaşayan 80 kişinin bir gün dilleri birbirine karıştı, 80 ayrı dil oldu, hiçbiri diğerini anlamaz oldu. Bu dillerden biri de Arapça idi. Nuh ise hepsini anlıyordu, bu yüzden aralarında tercümanlık yapıyor, aralarındaki konuşmaları açıklayıp beyan ediyordu.
Bu konuda ayrıca şöyle bir rivayet de nakledilmektedir: Nuh'un gemisindekilerin dili Süryanice idi. Ancak gemide bulunan Cürhüm adındaki birinin dili Arapça idi. Gemiden indikten bir süre sonra İrem b. Sam, Cürhüm'ün bazı kızlarıyla evlendi, böylece onların dili Arapça oldu, diğerlerinin dili Süryanice olarak kaldı.
Dillerin bir asıldan mı geldikleri, yoksa ayrı ayrı mı teşekkül etmiş oldukları konusu tartışmalı olmakla birlikte, dil bilimcilerin çoğu, Tevrat'ta da belirtildiği gibi dillerin bir asıldan geldiği fikrindedirler (Üçok 1947: 36-42). Bazı müslüman âlimlerin, dillerin bir dilden türemeyip, bütün dillerin Allah tarafından yaratılıp insanlara verildiğine inandıklarını da belirtelim ki, yukarıda buna temas edildi.
SONUÇ
Yukarıdan itibaren verilen bilgilere bakarak, başta Kur'an olmak üzere kutsal kitapların, dil konusuna oldukça önem verdiklerini söyleyebiliriz. İlk insan olan Adem'e, dili, yani varlıkların isimlerini bizzat Allah öğretmiştir. Fakat bu öğretmenin mahiyeti ve keyfiyeti hakkında kesin bir bilgi mevcut değildir. Bu dilin hangi dil olduğu konusu da net değildir ve bu husus âlimler arasında ihtilaf konusu olmuştur. Dillerin farklılaşması ve birbirinden üstünlüğü konusunda muhtelif görüş ve anlayışlar bulunmakla birlikte, bize göre önemli olan, birbirimizi anlayabilmek; dillerin farklılığını, toplumsal tabakalaşma ve kutuplaşmaya değil, anlaşıp kaynaşmaya vesile yapmaktır. Bu nokta, tarih boyunca her zaman ihtiyaç duyulmuş bir husus olmakla birlikte, giderek farklılıkların ön plana çıkarıldığı ve bunun da kültürel çatışmaya sebep kılındığı bir dünya haline geldiğimiz bu günlerde, buna daha fazla ihtiyacımız olduğu kanaatindeyiz.
Hidayet AYDAR- Doç. Dr., İstanbul Üniversitesi, İlahiyat Fakültesi.
İsmail ULUTAŞ- Yrd.    Doç.   Dr.,   Balıkesir   Üniversitesi,   Fen-Edebiyat Fakültesi, 

KAYNAKÇA
AKSAN, Doğan (1998): Her Yönüyle Dil Ana Çizgileriyle Dilbilim, Türk Dil Kurumu Yayınları, Ankara.
ATEŞ, Süleyman (1989): Yüce Kur'an'ın Çağdaş Tefsiri, Yeni Ufuklar Neşriyat, İstanbul.
BAYRAKLI, Bayraktar (2001): Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur'an Tefsiri, İşaret Yayınları, İstanbul.
BENVENISTE, Emile (1995): Genel Dilbilim Sorunları, (Çev. E. Öztokat), Yapı Kredi Yayınları, İstanbul.
CORBALLIS, Michael C. (2003): İşaretten Konuşmaya Dilin Kökeni ve Gelişimi, (Çev. A. Görey), Kitap Yayınları, İstanbul.
D'ANDRADE, Roy (2002): "Cultural Darwinism and Language" American Anthropologist 104 no:1, March, s. 223-232.
ELLUL, Jacques (1998): Sözün Düşüşü (Çev. H. Arslan), Paradigma Yayınları, İstanbul.
ESÎRUDDÎN EL-EBHERÎ, (1998): Îsâgûcî Mantığa Giriş, (Metin çeviri-inceleme: H.Sarıoğlu), İz Yayıncılık, İstanbul.
GUTİN, Jo Ann C. (1996): "A Brain That Talks", Discover 17, January, s. 82-90.
İncil Müjde (1986) (Çev. Hakkı Demirel) Ankara.
KARAAĞAÇ, Günay (2002): Dil, Tarih ve İnsan, Akçağ Yayınları, Ankara,
KIRAN, Zeynel (1996): Dilbilim Akımları / Saussure'den Günümüze Dilbilim Akımları, Onur Yayınları, Ankara.
Kitab-ı Mukaddes (1981): Kitab-ı Mukaddes Şirketi, İstanbul.
NOWAK, Martin A. (2000-2001): "Homo Grammaticus", Natural History 109 no:10, December / January, s. 36-44.
OTTE, Marcel (2007): "The Origins of Language: Material Sources", Diogenes (International Council for Philosophy and

Humanistic Studies) 54 no:2, s. 49-59 ( Fransızcadan İngilizceye Çeviren: Jean Burrell).
SHANAHAN, Daniel (2000): "Affect and Cognition in Two Theories of the Origin of Language", Papers on Language & Literature 36 no:3, Summer, s. 246-70.
URBAN, Greg (2002): "Metasignaling and Language Origins" , American Anthropologist 104 no:1, March, s. 233-246.
ÜÇOK, Necip (1947): Genel Dilbilim, Ankara Üniversitesi Dil-Tarih Coğrafya Fakültesi Yayınları.
YAZIR, M. Hamdi (1998): Hak Dini Kur'an Dili, Eser Neşriyat,
İstanbul.
ZİMMER, Carl (1995): "Early Signifiers", Discover, 16, May, s. 38­39.

Popular Posts