Öne Çıkan Yayın

kelime videoları

https://www.youtube.com/channel/UC91Wrsi_25Ts3280rX8CLDw                                               ...

28 Şubat 2014 Cuma

dilandlanguage

https://www.facebook.com/groups/1488141434743477/

dille alakalı her türlü paylaşımın olduğu sayfa

İngilizce
Türkçe
Fransızca
farsça
arapça

facebook  pdf kitapların direk indirilebildiği sayfa

Kelimelerin Kökleri

Kelimelerin Kökleri


Bazıları, bir kelimeyi anlamak ve yerinde kullanabilmek için o kelimenin etimolojisini bilmek gerektiğini iddia ederler. İlk bakışta insana inandırıcı gibi görünen iddialarını biraz incelemeye tabi tutunca, bunun şart olmadığını anlayabiliriz.

Bir kelimenin manasını ve bugün ne şekilde kullanıldığını iyiden iyiye öğrenebilmek için mutlaka çok derinlere gitmeye gerek yoktur. İngiltere ve Amerika’da etimologlar ve bazı filologlar hariç, hemen hemen hiç kimse bütün kelimeleri geniş bir aile grupları halinde öğrenemezler. Mesela, “Lady” kelimesinin etimolojik olarak “somun yoğurucu manasına Eski İngilizce “hlaefdiqe” den geldiğini ve “dough” (hamur), “dairy” (süthane) gibi Anglosakson ve Eski İngilizce asıllı daha pek çok kelimeyle akraba olduğunu dil bilginlerinden başka kimse bilmez. Yazarların her halde çoğu “lord” un Eski İngilizce’ de ‘hlafward (somun muhafızından) geldiğini, “warden” (gardiyan) ve “steward” (önceleri “domuz bekçisi”, şimdi “metrdotel” “kamarot”, “ayvaz” v.s.) kelimeleriyle aynı kökten olduğunu bilmezler. “Reward” (mükafat) kelimesinin ise Eski Fransızca “reguarder” den geldiğini hiç bilmezler.

Bir kelimenin etimolojisini bilmek o kelimeyi daha anlamaya ve tam yerinde kullanmaya mutlak olarak yardım etmediği gibi, bazan insanı şaşırtabilir de... “Cynic” kelimesini ele alalım; Grek felsefesinde “cynicler” yegane iyiliğin fazilet olduğuna inanan, bunu sağlamak için de nefse hakimiyet ve hürriyet salık veren filozoflardı. Köpeklerin ne kadar sadakatli ve fazilet sahibi hayvanlar olduğunu düşünürsek bu felsefe mektebinin ismini niçin Grekçe “kynikos” (köpek) ten almış olduğuna şaşmayız. Gelgelelim kelime bu manaya takılıp kalmıyor. Bir zaman sonra, “cynic” namiyle anılan filozoflar örf ve adetlerin ve cari felsefelerin şiddetli tenkitçileri olarak tanınıyorlar. Modern “cynic” kelimesi işte bu ikinci manadan doğuyor. Şimdi bu adama cynic denildiği zaman kedisinin herşeyi kötü gözle gören, başkalarını hareketlerinde daima menfaat gizli olduğuna inanan bir kimse olduğu manasını çıkarırız. Cynic kelimesinin manaca artık ne köpekle, ne de köpeklikle hiç bir ilgisi yoktur. Ama bizde etimoloji bilgisi çok, mantık bilgisi kıt birisi çıkar, cynic yerine (köpeksi) dememizi tavsiye eder. Halbuki, mesela “Hocam sözlerinizde bir “cynisme” saklı, yerine “Hocam, sözlerinizde bir köpeksilik saklı,” demeye bu milletin sadece milli zevki değil, milli terbiyesi de müsaade etmez.

Aynı şekilde “uslu” kelimesindeki “us” (akıl) köküne bakılarak bu kelime “akıllı” manasına kullanılamaz. “Uslu” ile “akıllı” arasındaki farkı yalnız uslu çocuklar değil, yaramazları bile bilir. İnsanların gelişip olgunlaşacağını kabul ettiğimiz gibi dil ağacının kelimelerinin de kemale ereceğini kabul etmemiz gerekir.

Bir adamın adının Aslan, Korkmaz yahut Satılmış olmasına bakarak o insanın nasıl aslan, korkmaz yahut satılmış olduğuna hükmedemezsek, bir terimin lafzına bakarak da o terimin manasını anladık diyemeyiz. “Sürrealizm” terimi bize eğer bir şey söylemiyorsa, “gerçeküstücülük’’ de söyleyemez. “Gerçeküstü” ne demektir? Sanatta kübizm, fütirizm, fovizm, ekspresyonizm, hepsi gerçek üstü değil mi? Fauvisme (fovizm) “vahşi hayvanlık” demektir. Halbuki, Matisse’ in, Rouault’nun, Derain’in vahşi hayvanlıkla ne alakaları vardır? Onlara bu adı veren san’at tenkidçisidir. Bu tenkidçinin bile “vahşi hayvanlık” la alakası yoktur. “Vahşi renkler” kullanmak başka “vahşi hayvanlık” başkadır.

Terime bakıp, terim uydurma laubaliliğinden kurtulup terimlerin aslını, manasını öğrenelim. Yoksa Peyami Safa’ nın da belirttiği gibi mesela; “benimiçincilik” hiç bir zaman “egocentrisme” karşılığı olamaz. Söylediklerimiz yanlış anlaşılmasın. Biz hemen herşeyde olduğu gibi, etimoloji bahsinde de ne ifrat ne de tefrit taraftarıyız. Bütün kelimelerin etimolojisini herkese öğretmeye kalkışmak ne kadar fuzuli bir emek olursa, hiçbirimize hiç etimoloji öğretmemekte o derece yanlıştır. Arapça ve Farsça’ nın bazı temel gramer kaidelerini öğrenmek her Türk münevveri için lüzumlu olduğu gibi, en sık geçen Grekçe ve Latince kökleri bellemek de faydalıdır. Hele beynelmilel ilmi terimlerin çoğu Grekçe kök ve eklerden yapıldığı için, biz de o kök ve eklerin hiç olmazsa en mühimlerinden bazılarını öğrenmek mecburiyetindeyiz. Evet biz Siyavuşgil’ in dediği: “Kulaklarımız, kelime ve cümlelerin yedi göbek ötesinden gelen şehadetlerle değil, musikisinde, duygu ve fikirle uslubun tam kaynaşmasından süzülen ahenktedir.” anlayışını kabul ediyoruz.

Yoksa bir kelimenin kökünü bilmezsek onu doğru kullanamayız, anlayışını bir anlık kabul edersek bile bu fikri kabul edenlerden mesela Nurullah Ataç’ın açık mektubunda geçen kelimeler de bir sürü izah isteyecek. “Kelime” karşılığı kullandığı “tilcik” teki “til” köküne ne diyelim. Bunun manasını kaç kişi biliyor? “Tilcik” i nasıl yerinde kullanacağız? Ya “ücük” (harf) “nen” (şey), “yoru” (mana) ve daha binlercesini? Hepimiz bu ölü kökleri bellemeye kalkarsak milletçe belki etimolog oluruz ama başka hiç bir şey öğrenmeye ve yapmaya vaktimiz kalmaz.

Bir de dilimizde “etmek’’ li fiiller var. Bunların da kökü yabancıdır diye atamayız. Yazı üslubu, her moda gibi zamanla değişebilir. Şimdi hemen bütün dünyada cereyan, sade dile doğrudur. Halk Türkçesiyle de edebiyat olur. Fakat “sade” olsun dersen Türkçe’ yi fakirleştirmeye hele avamfiripçe bir davranışla aşağı bir seviyeye düşürmeye hiç hakkımız yoktur. Evet öz Türkçe’ dir diye, fikrimizi tam anlatmaktan uzak olan kelimeleri (fiilleri) kullanmak doğru olmuyor. Sevmek: teşhir etmenin; çoğaltmak: teksir etmenin, çektirmek: istifa etmenin karşılığı olamaz (işten el çektirmek de manayı karşılamıyor.). Böyle gayretkeşlikler, üç aylık kurstan sonra ecnebi bir dille konuşmaya çabalayanların ibtidailiklerini hatırlatıyor. Her millet gibi biz de kendimizi dünyadan hariç düşünemeyeceğimize göre, doğudan da batıdan da, kuzeyden de, güneyden de “etmek” li fiiller dilimize girmeye devam edecektir. Öteden beri, milletimiz için iki şık vardı: “Ya “etmek” siz kabile hayatı, veya “etmek” li medeniyet bütün dikenlere rağmen “gül” ü ‘‘kediotu” na tercih ederiz.

Şimdi bunlardan bazı misaller verelim:

(1) Mezcetmek: (katıştırmak)
Kanuni Süleyman’ın ihtişamı ile Sinan’ın dehasını mezceden bu İslamiyet Abidesi binlerce Müslüman ile dolup taştı.
Bu iki sistemin mantığı ve oyun kaideleri birbirlerinden tamamen farklıdır. Bunları mezcetmeye imkan yoktur.

(2) İlzam etmek: (cevap veremez hale getirmek)
Bu nurani simalar ne güzel konuşuyorlar. Ne tatlı telmihler, ne ince nükteler, ne yumuşak cinaslarla karşı tarafta bulunanları ilzam etmeye çalışıyorlar.
O, isticvabında, gerek muhakemede akılları durduracak bir soğukkanlılıkla kendini ve davasını müdafaa etmiş ve en güçlü hâkimleri ilzam edecek, iddia makamını tereddüde düşürecek cevaplar vermişti.

(3) Cerhetmek: (çürütmek)
Bu mecmuanın o çarpık teoriyi cerheder tarzda kaleme alınacak bir makaleyi neşre amade olduğu haberi de memnuniyet uyandırıcı bir şey.
Bazıları hiç araştırmadan kendilerine telkin edilen faraziyeleri cerhedilmez bir hakikat sanıp, hür düşüncelerinin emin yerde bulunuşu ile öğünüyorlar.

(4) Cehdetmek: (çabalamak)
Eğer milletin ıstırabından doğma bir şuurun ateşinde dövülmüş bir çelikten irade, bütün bu perişan emelleri, bu dağınık cehdleri bir araya toplayıp bir hedefe doğru sevketmezse, encamımız nereye varır?
Daima ileriye doğru cehd ve gayret etmedikçe ve zaman terakkiyatından faydalanamadıkça muvaffak olamayız ve yaşayamayız.

(5) Heder etmek: (boş yere harcamak)
“Kurt geldi, bir koyun daha kaptı!” kabilinden bir anlayışla millet evlatlarını heder edemeyiz.
Gelecek nesilleri düşünmeden, elimizdeki imkan ve nimetleri heder etmeye hakkımız var mı?

(6) Empoze etmek: (zorla yaptırmak) Tekniğin, fizik-maddi ilimlerin tekamülü, son keşifler, daimi sulhu sağlayacak bir organizasyonu insanlığa empoze edecek güçte midir?
Gururlarını empoze ederek, insanlar saygı toplayabilirler mi?

(7) İhtida etmek: (müslüman olmak, hidayete —doğru yola— girmek)
Hidayete mazhar olarak “Mir Reşid” namını alan Zaharyadis Efendi, ihtidasından evvel Fener Patrikhanesinin baş vazifelisi idi.
Maurice Bucaille, Kaptan Cousteau, Roger Garaudy ve Hans Aiberg gibi meşhurların ihtida etmesi Batıda müslümanlığın yayılmasını bilhassa Fransa’ da kiliselerin camiye çevrilmesine sebeb olmuş, bu vaziyet hristiyan çevreleri korkuya düşürmüştür.

Dili Yapanlar

Dili Yapanlar


Dileri dil yapan, bütün bir milletin fertleri ve tek tek vatanın evladlarıdır. Dili güzelleştirenler ise, halkın dilinde cilalanıp şeffaflaşan kelimeleri, lahuti bir zevkle kullanıp şiir ve nesirlerinde inci-mercan gibi işleyen, görülmedik ebedi nakışlar dokuyan şair ve ediplerdir. Yoksa “bir takım alaylı âlim dilciler’’ değil.

Bu mevzuda merhum Prof. Dr. Faruk Kadri Timurtaş fikirlerini şöyle izah etmektedir:
“Dil bir bakıma yapraklarını yenileyen ağaçlar gibidir. Bir kısım kelimeler dile girer. Bu, tabii bir hadisedir. Dildeki bu canlılığı görmemek, onun tabii bir varlık olduğunu inkâr etmek olur. Yalnız bu gelişme ve değişmenin gelişigüzel olmadığına dikkat etmek gerekir. Bu ağaç nasıl zamana bağlı ve tabii olarak yaprak değiştirir ve bu gelişme köke, öze bağlı olarak meydana gelirse, dildeki kelime değişmeleri de öyle olur. Yaprakları atıp, başka yaprakların çıkmasını istemek mümkün değilse, kelimeleri keyfi olarak atıp yerine başkalarını koymak da o derece imkânsızdır. Hele bir çınar yaprağını koparıp yerine mesela bir söğüt yaprağını tutturmak nasıl mümkün olmazsa, değişik ve yabancı bir ek ve kökle yapılan kelimeler de dil içinde öyle iğreti kalır. Ağaçta da, dilde de gelişme ve değişmenin tabii olup, bünyeye uyması şarttır.”

Prof. Dr. Ayhan Songar sinir sisteminin çeşitli bozukluklarından, konuşma sisteminin müteessir olduğunu, buna düşünce kusurunun da daima az veya çok refakat ettiğini belirttikten sonra şöyle demektedir.

“Bir takım akıl hastalıklarında hasta durup dururken kelime uydurur, bildiğimiz, tanıdığımız eşyalara kendi kafasına göre bir takım isimler takar ve bu kelimeleri konuşurken kullanır. Bunların konuşma dilleri bazen hiç anlaşılmayacak bir uydurma lisan haline gelebilir.”

Hatta on sene kadar önce Amerika’da, vaktiyle edebiyat ve filoloji tahsil etmiş bir akıl hastasının, gramer ve sözlükleriyle üç ayrı dil icad etmiş olduğunu gazeteler yazmış lardı.

Milletlerarası ortak bir dile sahip olmak üzere XIX. asırda Esperanto adı verilen ve Avrupa dillerine dayanılarak meydana getirilen bir dilin ortaya sürüldüğü malumdur. Fakat sun’i olduğu, hiçbir yerde yazılıp konuşulmadığı için bu dil tutmamış tır.

Herkes kelime meydana getiremez. Kelimeler halk arasında, dilin kanunlarına göre, kendiliğinden meydana gelir. Edebiyatçılar bunları yazı diline geçirir ve bunlara yeni bir mana ve kullanış kazandırırlar. Çünkü dil ağacı son derece nazlı ve incedir. Hemen hırpalanır ve incinir.

Başka dillerden gelen kelimeler bile, ses, şekil ve bilhassa mana ve kullanılış yönünden yeni bir hususiyet kazanmış ve bir değişikliğe uğramışsa, artık o milletin malı sayılır; yabancılık ortadan kalkar. Bütün gelişmiş dillerde durum budur. Esasen dillerde zenginliği meydana getiren de bu keyfiyettir. Ancak 5–6 yüz kelimelik ibtida’? Afrika kabile dilleri tamamıyla milli ve öz olabilir.

Vücut yabancı maddeleri reddettiği gibi, dil de normal yolun dışındaki zorlamalarla giren ve bünyesine uymayan kelimeleri reddeder. Bir misal olması bakımından arzediyorum: 17 Mayıs 1969 Cumartesi akşamı Ankara televizyonunda Nurullah Ataç ile ilgili bir program vardı. Bu programa Nurullah Ataç’ın kızı Meral Tolluoğlu da çıkmıştı. Meral Hanım konuşmasında “Misafir” dedi, “konuk” demedi, “hakikat” kelimesini kullandı ‘‘gerçekten’‘e yer vermedi, “cevap” dedi, “yanıt” demedi, “talebe” ve “akılsız” dedi, “öğrenci” ve “ussuz” demedi; “sene-i devriyye’’ tabirini kullandı, “yıldönümü” diye birşey söylemedi. Demek ki, ne kadar müfritler yanında kalınırsa kalınsın, normal ve fıtri olandan vazgeçilemiyor.

Hatta lehçe ve şive farklarının giderilmesi için bile âlim ve şairlerin ittifakının yeterli olup olmadığı tartışma mevzuudur. Bu yüzden Türkçe için yapılan bir toplantıda Yahya Kemal ile Ziya Gökalp arasında ihtilaf çıktı. Başkan Halide Edip:
— İkisi de vazıh konuşsunlar, dedi.

Yahya Kemal — Türkçe hangi milletin lisanıdır?

Ziya Gökalp — Türk milletinin lisanıdır.

Y.K. — Türk milleti hangi kıtalarda sakindir.

Z.G. — Türkiye’de Anadolu, Rumeli, İstanbul, kaybettiğimiz yerlerde, Türkiye haricinde İran’da, Rusya’nın Şark ve Gar- binde, birçoğu Çin’de, Hind’de, şurda burda, birçok kıtalarda.

Y.K. — Bu kıtalarda ikamet eden Türkler aynı Türkçeyi mi konuşuyorlar?

Z.G. — Nahiv olarak mutlaka, (gramer olarak) vasi bir mikyasta, lehçe farkları ile konuşurlar. Ulema ve edipler isterse, mükemmel bir edebiyat yaparlarsa, bu ülkelerde oturan Türkler konuşurlar.

Y.K. — Sual ve cevap burada kâfidir. Çünkü ben böyle düşünmüyorum. Alimler ve şairler ittifak etseler, bir edebi lisan yapsalar, bu kıtalardaki Türkler yine aynı Türkçeyi konuşamazlar.

Tarihte bu ana kadar âlimlerin, ediplerin ve şairlerin ittifak edip bir dil yaptıkları görülmez. Bunlar belki milletlerin yaptığı lisanlardan abideler yapmışlardır.

Z.G. — Yahya Kemal Bey kendi fikrini kendi izah etsin.

Y.K. — Turanî ırka mensup milletlerin lisan mukayesesi bitmez, tükenmez. Zaten ben bunların mütehassısı değilim. Ben memleketimin Türkçesinden bahsederek düşüncemi sıkça anlatmış olacağım.

Biz Türkler dil bakımından Ural Altay zümresindeniz. Amma Ural-Altay’ in Türk kısmındansınız. Çünkü Türk kısmından olmayan Turanî ‘ler vardır. Türklerin Oğuz kısmına mensubuz. Buna mensub olmayanlar vardır. Oğuz töresinden İrana gelen Selçuklardanız.

Selçuklulara mensubuz ama 1071’- den sonra Anadolu’ya, sonra Rumeliye geçip, sonra İstanbul’u alan ve Türkiye’yi içine alan ve Türkiye’yi vücuda getiren Türkleriz. Bugünkü Türkçe, o Türklerin 800 bu kadar sene tekâmülünden sonra vücuda gelmiştir. Bu derece olmaksızın lisanın tekevvününü görmek imkinsızdır. Türkçeye röntgen şuaları ile bakmak mümkün olsaydı, Türkçeye girmiş bir kelimenin hangi ve ne gibi mecburiyetle girmiş olduğunu görürdük. Mesela şöyle bir misal alıyorum:
1071’de Malazgird’de döğüşenler 1081’ de doğru, Üsküdar, İznik Ayvalık ve İzmir’e geldiler. Müfrezelerden biri İzmir limanına geliyor. 0 zamana kadar görmemiş, deniz kenarında bir iskele var ve orada Venedik, Katalan ve Diyar-ı Rum gemileri duruyor. Soruyor, buraya ne derler? İskala derler. İlk gördüğü şeyden iskele alıyor. Yemek yedikleri yere lokanta derler, alıyor. Liman, Rumca’dan alıyor. Dalavire, çanta... yoktan kelimeler Türkçeye giriyor.

İskele kelimesini Türkçeden atmak hatadır. Bu Malazgirt Türkünün İzmir’e gelmek hatırasını atmak demektir.

İşte Türkler İran’dan neyi getirmiştir belli, neyi getirmemiş belli. Bir Türk’e pencereyi gösterin, pencere der. Pencere, cam çerçeve kelimeleri farisi olduğu için bunları İran’dan biliyor. Bilmeseydi, Rumcadan alırdı. Pancur ve terasayı sonradan almış. Biber, Frenkçe. Patlıcan Arapça, Fasulye İtalyanca, bize girmiş. Demek ki medeniyet müşterek ve beynelmileldir. Fransızca böyledir. Her millet böyledir.

Istılahlar bütün milletlerde değişmiştir. Bizde de değişiyor. Vatan ve Millet ismi değişmiş, lakin ifade ettiği şey aynıdır. (Milet-i İslamiye) dendiği zaman millet ne ise şimdi Türk milleti deyince odur. (Memalik-i Mahruse-i Şahane) de öyle. Şimdi Türkiye diyoruz. Aynı şeydir. Cedlerimiz Anadoluyu fethettikten sonra bütün isimleri değiştirmemişler. İstanbul

— İstinbolis (Şehirden şehire) demek, etraftaki köylüler öyle dermiş. Bizimkiler bunu isim zannettikleri için İstanbul kalmış.

Vatanımız genişlemiş Tri polis’i (üç şehir) almışız. Tirebolu demişiz. Adriyona Polis, iki asır evvel Edirne olmuş.

Bazı kelimeleri olduğu gibi almışız. Ayasofya, manastır demek, dini bir tabir. Fakat Ayasofya Camii Şerifi demişiz.

Ayastofonos Hiristos’u olduğu gibi almışız.

Rumeli, Diyar-ı Rum demek ama tuhaf ifadeyi almışız.

Roma, Roma İmparatorluğu demek. Rom diyemiyor, Rum diyoruz.

Evet, bir grup insanın toplanıp kendi kendilerine kelimeler türetip zorla bir millete benimsetmeleri mümkün olamaz. “Oluş ve yontuluş” gerçeğine uygun olarak o kelimeleri kullanacak olan millet fertleri, kendi bünyelerinde, kendi iklimlerinde dil ağacına çiçekler açtıracaklardır. Yoksa bu zorlamaları yapanlar her zaman gülünç duruma düşmekle karşı karşıyadırlar. İ.Hami Denişmend’in bir hatırası ile mevzumuza son verelim.


HOŞ GÜNLER

Bir gün Hasan Ali Yücel gelmişti. Öteden benden konuşurken, artık bu memleketin en tatlı sohbet konusu olan dil devriminden de dem vurmaya başladık. Hasan Ali, bu konuda pek muhafazakâr olmadığı halde Milli Eğitim Bakanlığı devrine ait bir hatırasını hem hayretlerle, hem kahkahalarla anlattı. Bir gün evrimci, devrimci ve çevrimci bir dilci kendisine şöyle bir teklifte bulunmuş:
Bizde gün isimlerinin Türkçe olmaması yüzümüzü kızartacak bir durummuş. “Pazar” Acemce, “Pazartesi” Acemce ve Türkçe, yalnız “Salı” Türkçe, ‘‘Çarşamba” Acemce, “Perşembe” yine Acemce, “Cuma’’ Arapça ve “Cumartesi” de Arapça ve Türkçe olduğu için, haftanın yedi gününden yalnız birinin adı Türkçe ve altısının adları da Arapça ve Acemce imiş. İşte bundan dolayı evrim, devrim ve çevrim uzmanı olan muhteşem dilci bunlara karşılık şu öz Türkçe adların kabul ve yayılmasını rica etmiş:
Pazar: Gezgün,
Pazartesi: Öngün,
Salı: İşgün
Çarşamba: Güç gün
Perşembe: Koşgün
Cuma: Yorgün
Cumartesi: Bitgün

Bunlardan Pazara “gezgün” denilmesinin sebebi gezinti, yani tatil günü olmasından, Pazartesiye “Öngün” denilmesi haftanın ilk iş gününe rastlamasından, Salı ile Çarşambaya “İşgün”, “Güç gün” adlarının takılması iş-güç günlerine rastlamalarından, Perşembeye “Koşgün” denilmesi iş peşinde koşma günü olduğundan, Cumaya “Yor- gün” adının verilmesi dört gün çalıştıktan sonra yorgunluğun başlamasından ve nihayet Cumartesinin “Bitgün” devrimine uğraması da yorgunluğu takiben bitkinlikten ileri geliyormuş. Unutmamak için Hasan Ali’ye tekrar ettirip bir not defterine kaydettiğim bu eğlenceli adları nasıl olup da unutmadığını kendisinden sordum. 0 da bana:

— Bunlar unutulmaz şeylerdir. Sen de unutmayacağın için boşuna kaydettin dedi.

Türkçe olan Salı adının niçin değiştirildiğini de sormakda kusur etmedim.

— Onu ben de merak edip sordum. Yedi gün adının iş ve çalışma anlamı ile ilgili olması gerektiğinden bahis buyruldu, dedi ve bu evrim, devrim, çevrim bahsine kahkahalarla son verildi.

Seyyah Kelimeler

Seyyah Kelimeler


Bütün dillerde, birçok kelime başka dillere geçmiş, denizler aşırı ülkelere seyahat etmiştir. Bazıları gittikleri yerlerde vatan tutup kalmış âdeta evlenip çoğalarak bir kelime topluluğu meydana getirmişlerdir. Bazıları kök atıp bir aile meydana getiremedikleri için yok olup kaybolmuş, arkalarından bir nesil bırakamamışlardır. Bir kısım kelimelerin, kendileri veya torunları tekrar kendi memleketlerine döndüklerinde öyle bir hüviyet değişikliğine uğramışlardır ki, artık tanınmaz bir hâl almışlardır...

Bu gerçek bütün dil âlimlerince bilindiği halde, bizde bilinmemezlikten gelinmiştir. Bu fıtrî kanuna karşı, bilerek veya bilmeyerek gözlerini yumanlar, dilimizde yerleşip kökleşmiş, renk renk meyve vermiş binlerce kelimeyi, yabancı sayarak lügatlarımızdan ve dillerimizden atmak istemişlerdir. Fakat yepyeni sürgünlerle, taptaze fidanlarla en ücrâ yerlerimize kadar giren bu kelimeleri ve onlardan meydana gelen kelime ailesini sürüp çıkarmanın imkânsızlığını görünce bu sefer, bütün kelimelerin bizim dilimizden çıktığını bütün dünya dillerinin Türkçeden doğduğunu iddia etmeye başlamışlardır.

Bunun neticesinde meydana gelen garabetleri önceki sayılarda arzetmeye çalışmıştım. Bu sayıda da bir başkasına işâret ettikten sonra, bir çok ülkeyi gezip dolaşan bazı kelimelerden bahsetmek istiyorum.

"Yafetik Okul"u kuran Rus dil bilginlerinden Nikola Marr (1865 - 1934)'dan "rahmetli Marr" diye "Arapçanın Türk Diliyle Kuruluşu" isimli eserin 1. cildinin 5. sayfasında bahseden Prof. Naim Hâzım Onat, imparatorluğumuzun hâkim olduğu dönemlerde Türkçeden Arapçaya ister istemez giren kelimeleri delil getirerek aslında Arapçanın Türkçeden doğduğunu isbata kalkışmış ve bu mevzuda 1944'de büyük hacimde adı geçen eseri neşretmiştir. Bu eserden gâye güneş dil teorisini desteklemekti....

Otobüs kafilesiyle hacca giderken bir kavga ile karşılaşan bir hoca efendi şöyle demişti. "Ayıralım diye Arapça bağırıp çağırarak kavga eden bir kalabalığın içine girince, oradaki vatandaşlarımızdan birisi bana —"Lâ tükarışhâ!"Yani kavgaya karışma diye engel olmak istemişti..." Burada karışmak masdarından gelen kelimenin Arapça kalıba uydurularak "neni hâzır" siğasına nakledildiğini görüyoruz. Şimdi bunun gibi Arapça "telfene" "telefon etti" demektir. O zaman Arapçanın Yunanca'dan doğmuş olduğunumu iddia edeceğiz. Araplar telefona "hâtif derler ama, "tilifun" diye de kullanırlar. Nitekim "mibsâr" dedikleri yunanca asıllı televizyona da "tilifizyun" derler. Hatta bu kökten olmak üzere kullandıkları "Telfeze" kelimesi uzaktan görüş demektir.

Gorci Zeydan diyor ki: "Arapça fiillerden büyük bir kısmının câmid isimlerden çıktığı ve aslında yabancı bir kelime olup sonradan arapçalaştırıldığı gözden gizli kalmıyacak bir hakikattir. Meselâ, Felsefe, tefelsefe gibi... Bunların aslı Philosofia kelimesidir ki Philia "sevgi", Sofia, "hikmet" köklerinden birleşmiştir. Bu çeşit kelimeler Arapçada çoktur, bunlardan en çoğu Farsça, Yunanca, Lâ-tinceden alınmıştır. Diller eğreti kelime almak ihtiyacından hiçbir zaman kurtulamaz. Halkın "istif etti" yerinde kullana-geldiği"settefe" kelimesini sözlüklerde göremeyiz. Anlaşıldığına göre bu da, her ikisi de aynı köke dayanan "Stow" "Stuff'tan alınmıştır. Halkın bunu ingilizlerden aldığı büyük bir ihtimalle söylenebilir. Biz kelimelerin göç hikâyelerini dinlerken, göçmen insanların kıssalarını duyar gibi oluruz.

Meselâ "şah" kelimesinin başına gelenler İran şahlarının başına gelmemiştir. Satranç oynasın oynamasın hemen herkes "şah mat" tâbirini bilir. Muârız şâha hücum ettiğiniz zaman "şah" diye ikaz e-der, gidecek yeri olmazsa "mat " der, oyunu bitirirsiniz. Arapça "mâte" öldü demektir. Ama artık kalıp halinde "şah mat" "şah öldü" demektir. Bir satranç tabiri olarak bunların birbirinden ayrılamıyacağı gibi, dilimize geçerken de böylece kalıplaştığı için kimse onun yerine "şah öldü" demez. Ortaçağ'da satranç oyunu Acem diyarından kalkıp Frenk diyarına göç ettiği zaman "şah mat" sözünü de beraber götürdü. Satranç bugün belki oyunların kralıdır, ama Ortaçağ Avrupasında ancak kralların oyunu idi. Şu var ki, "şah mat'taki "şah" sözü, "zarar, ziyan, mağlubiyet" mânâsıyle şatolardan aşıp halka karıştı. "Şah" kelimesi eski Fransızca'da "escheque, eschec" yazılıp "eşek" diye okunmuştur. (Bunun satrançtaki "at"la bizim "merkeb"le, hiç bir alâkası yoktur.) Orta İngilizce'de "escheque" baştaki harflerin düşmesiyle "checque" haline gelmiştir. Derken "check" (çek) diye yazılmaya başlanmış, mânâsı da "zarar ziyan"-dan "kontrol, tevbîh'e intikal etmiştir.

Arkası çorap söküğü: "check" kontrol demek olduğuna göre, "kontrol altındaki para" için" chekkere" denmiştir. Derken "kontrol, murabeke" altındaki paranın veya bir kısmının ödenmesi için verilen yazılı emre de "check" adı verilmiştir. Ve bugün yalnız İngiliz bankalarında değil, bütün dünya bankalarında harıl harıl çekler alınıp veriliyor. İnsan şah adını düşünüyor da şu "çekilenler" pişmiş tavuğun başına gelmez diyor.

Şimdi soralım: Bu kelimelerin aslı, hâlis muhlis Farsçadır diye İranlılar para yerine geçen kâğıt parçasını hükümdarlarının adı ile mi çağırsınlar? Alış-verişlerinde "çek" yerine "şah"mı istesinler?

Birinin kalkıp "üstad"ın aslı Türkçe "usta"dır. Acemler "usta" demeyi beceremedikleri için "üstad" demişlerdir. Öyleyse biz de onların kelimesini dilimizden atalım demesi uygun değildir. Bir kere "usta" ile "üstad" yapışık kardeşler gibi birbirinin aynı değildir; aralarında ince bir fark vardır. "Usta" belki Acemistana buradan gitmiştir. Ama üstad olarak vatana dönmüştür. "Usta" diye bir "zanaaf'ta mâhir olana denir. "Üstad" ise bir ilim veya sanatta üstün yeri olan kimsedir.

Diğer yandan, aslında "zanaat", "sanat"ın taşra ağzı ile telâffuzundan ibarettir. Fakat aralarında mânâca bir nüans mevcuttur. "Türkçe sözlük'e göre "zanaat", "maddeye dayanan ihtiyaçları karşılamak üzere yapılan ve az çok el mahâreti isteyen muayyen bir iş''tir. Demircilik, marangozculuk, gibi "Sanat" bu mânâya gelmekle beraber bir mânâ daha taşır; hoşa gidecek, hayranlık uyandıran bir âhenk veya ifâde kullanma işi: Selimiye Camii, yüksek bir sanat eseridir. Selimiye kışlasında hiç sanat yoktur. Şu halde, "zanaat" yerine "sanat" diyebiliyoruz, fakat sanat yerine her zaman "zanaat" diyemiyoruz.

Bazı kelimelerin hakiki etimolojilerine indiğimiz zaman, bunlar bazen birer heyecanlı tarih sayfası kadar insanı cezbederler. Meselâ, Almancaya, Lehçe'ye, Fransızcaya, İngilizceye ve daha pek çok dillere girmiş olan "horde" kelimesi Türkçe "ordu"dan gelmedir. İnsan ne zaman bu kelimeyi bir ecnebi dilde görse, gözünün önüne, başlarında tolgaları, ellerinde kılıçlarıyla heybet ve haşmet saçan atlı akıncılarımız gelir.

"Hakî" kelimesi Hintçe'dir. 1850 yıllarında Hindistan'daki "İngiliz Guide Corps"u beyaz üniformalarını kamufle etmek maksadıyle onları toz toprağa bularlardı. Yerliler İngilizlerin bu kılıklarına bakıp "tozlu" manasına "khaki" dediler. Demeleriyle tutması bir oldu. Yalnız İngilizler değil bütün dünya bu Hintçe kelimeyi kendi öz diline mâl etti.

I. Dünya Harbi'nin en kritik devresinde İngilizler zafer ümitlerini gizli bir silâha, tanka bağlamışlardı. Fakat bu silaha daha bir ad bile bulamadan onu Fransa'ya sevketmek gerekiyordu, —seri ve gizli olarak düşmanı avlamak şarttı— Alman ajanlarını aldatmak için tahta ambalajların üzerine iri puntolarla "su haznesi" mânâsına "TANK" diye yazdılar. Ajanlar yanıltıldı, ithilaf devletleri cepheyi yardı, savaş kazanıldı ama isimsiz silahın adı "tank" kaldı. İngiliz gemicisi Kaptan Cook 1770'de Avustralya'ya çıkıp ta önden cepli, yandan kollu, uzun bacaklı, hop hop giden garip hayvanlarla karşılaşınca hayretler içinde kalır, yerlilerden birisine hayvanın adını sorar. O da "ne söylüyorsun, anlamıyorum" mânâsına "kan—gu—ru" diye cevap verir. Öteki (Cook) memnun, hayvanın adını İngilizce imlâsı ile "kangaroo" şeklinde deftere geçirir. Halbuki Avustralya yerlilerinin kendi dillerinde kangurunun adı. "wallabi"dir.

Arapça'da "şafak" "güneş batmasından sonraki alacakaranlık" mânâsınadır. Halbuki Türkçe'ye "tan zamanı" yani güneş doğmadan evvelki alacalık diye geçmiştir. Böyle tam ters mânâsıyla dilimize geçmiş başka kelimelerden bahsederken İsmail Habib Şevük şöyle der: "Farsça'da "ön" mânâsına gelen "piş''i biz "peşimden gel" diye "arka" mânâsına kullanırız. Arablar "hala"yı "teyze" mânâsına kullandıkları halde biz onu ananın kız kardeşliğinden çıkarıp babanın kardeşi yaptık. Farsça, "serbest'in "başı bağlı" demek olduğu meydanda iken biz onu tam tersine "başı boş" hale getirdik."

"Poyraz"ı "şimal rüzgarı" mânâsına "boreas"tan dilimize aktardığımız gibi daha nice yabancı kelimeleri böyle asıl veya değişik mânâlarıyle alıp söylenişiyle dilimize uydurmuşuzdur. O kadar ki, o dilin sahihleri bile anlayamaz. Meselâ: Çamaşır (câme—şuy); "çorap"(çeyrep); "patlıcan" (bâdingâh); "çarşaf (çadır—şeh); "çapraz" (çeburast); "sarnıç" (sihriç); "tandır" (tennur); "mahmuz" (mihmaz); "perşembe" (penç—şenbeh); "hoşaf (hoş—ab); demektir. Şimdi "hoş—ab"a bakalım. Farsça "hoş su" demeye geliyor. Ama biz hoşafı içerken ne etimolojisini ne de başka bir dilden geldiğini düşünürüz. Çünkü icabında "hoşafın suyu" sözünü bile söyleriz. Halbuki bu "hoş su suyu" demek olur. Bizim tabirimiz hoştur ama bazan haşivlerin hoşa gitmeyeni de olur.

Bazı kelimeleri fonetik bakımdan olduğu gibi bırakmışız, yani şekil ve telâffuzlarına dokunmamışız da, semantik değişikliğe uğratmışız. İsmail Habib Sevük: "Farsça'da "pehl" asker, "vân" ise muhafız mânâsına geldiği için ikisinin birleşmesinden hâsıl olan "pehlevan" onlarda "kumandan" demekken biz kispeti giydirip onu güreş meydanına çıkardık" diyor. İsmail Hamu Danişmend de yazılarından birinde şu enteresan misalleri verir: "Bizdeki (itibar) Arapça'da (ibret almak), bizim (hile) onlarda (çâre,tedbir) bizdeki "imzâ" orada (geçirmek)tir. Arapça'da "halt", karıştırmak demektir. Halbuki biz "halt karıştırmak" şeklinde yeni bir ifade ortaya koymuşuz.

Bütün bunlardan çıkan netice şudur ki, milletimizin şu veya bu yollarla başka dillerden devşirdiği lisan değirmeninde öğüttüğü, milli zevk süzgecinden geçirdiği ve seve seve kullandığı bütün kelime ve tabirleri Türkçe saymak mecburiyetindeyiz.

Derleyen: Safvet Senih

Fetihler Armağanı Bir Şive: İstanbul Şivesi

Fetihler Armağanı Bir Şive: İstanbul Şivesi


İstanbul, bize atalarımızın hediye ettiği, dünyanın boynuna takılmış ve harika bir gerdanlık gibi duran, yer yer mercan renkli şüheda kanları ile lahuti bir renk kazanmış vatanımızın eşsiz incisidir. Bu muhteşem yadigarı, bize bırakanlar ona neler kazandırmışlar, onu nelerle süslemiş ve bezemişler; ah, değerlerine ve mefahirine sahip çıkmayan bizler bir idrak edebilsek!...

Meşhur Molla Cami, İstanbul’un fetih senesinin işaretini Mucizeli Beyan’da geçen “Beldetün tayyibetün” tabirinin gösterdiği 857 hicri tarihi ile bulmuştur. Bu hicri tarih ise, miladi 1453 ederek, dünyanın başında bir taç olarak duran vatanımıza, İstanbul’un bir sorguç gibi katıldığı tarihtir. Zaten fetih, açık ifadesiyle, şanlı Nebinin (s.) dilinde bir müjde halinde bize intikal etmiş bulunuyordu.

Payitaht olan İstanbul’a Fatihi imiz tacıyla tahtıyla yerleşirken bütün ulema ve sanatkârlarımız da “saadet kapısı” dedikleri bu şehre göçmüşlerdi. Dünyanın her tarafından akıp akıp gelenlerle bu “şehri İstanbul” güzelleşecek, “yek sengine” yani bir taşına bile “acem mülkü” feda edilebilecek kadar kıymet kazanacaktır.

İşte bu arada dilimiz de “oluş ve yontuluş” unu İstanbul’da tamamlamış, dillerde incelip güzelleşerek şeffaflaşmış ve nadide bir “İstanbul Şivesi” doğmuştur. Bunda kimlerin emeği yoktur ki!..

İstanbul konuşması, Türkçenin, tarihde ve coğrafyada ulaştığı büyük güzelliktir. Bu dil bir imparatorluk merkezinde, bir imparatorluk coğrafyasından akıp gelen seslerle ve çok zengin dil değerleriyle meydana gelmiş, muhteşem bir dil ve musiki sentezidir. Bu terkibi meydana getirmek için Türkler bir taraftan Tuna boylarında ses almış, öte yandan Afrika ülkelerine yayılmış, Kafkas dağlarından, Nil suyunun akışından Türkçeye sesler getirmişlerdir.

Bunun için, geniş imparatorluk coğrafyasında kaç vatan çocuğu askerlik vazifesiyle nice ülkeler görmüş; kaç vatan çocuğu birbirinden çok uzak şehirlerdeki kızlarla evlenmiş; Vatanın her köşesindeki halis evlatlarını kaç milletten gelin gelen kızlar dilimizi öğrenmiş; Çocuklarımıza anne olarak, evlatlarına, sesine ses kattıkları, her gün daha zengin bir ana dili öğretmişlerdir.

Böylelikle Türkçe ve bilhassa İstanbul Türkçe’ si sayısız insan tarafından işlenmiş müstesna bir lisan olmuştur.

İstanbul Türkçesi, Tıpkı İstanbul gibi yalnız İstanbulluların değil, bütün milletimizin müşterek eseridir. Bu eser İstanbul’ un çeşitli semtlerindeki dil potalarında eriyip kaynaşan sentetik bir telaffuzdur.

İstanbul’un Kanlıca, Kandilli, Beylerbeyi, Çamlıca, Erenköy gibi semtlerindeki eski konaklarda, köşklerde ve yalılarda Türkçeyi bir musiki gibi seslendiren, eski Türk kadınları, bu dili, eskiden hemen yalnız Farisi için kullanılan bir tabirle bir kuş dili haline getirmiş, öylesine tabii bir ses ve ifade güzelliğine ulaştırmışlardır.

İstanbul Türkçesinin bir şivesi de, Osmanlı Sarayından dışarıya gelin giden ve kendilerine “saraylı” denilen bütün tarih boyunca lisanı halis Türkçe olmuş kızların eseridir. Bunlar anne oldukları zaman çocuklarının diline işledikleri Sarayda konuşulan asil, kibar kelime ve tavırlarla, İstanbul’ daki halk Türkçesinin birleşmesinden de ağır, tadına doyulmaz bir söyleyiş meydana getirmişlerdir.

Türk dil kurumunun bir zamanlar dilimize kelime kazandırmak yolunda düştüğü büyük hatalardan biri de derleme yoluyla topladığı kelimeleri ‘ORTAK DİL” e mal etmeye çalışmasıdır. Anadolu’nun çeşitli bölgelerinde kullanılan diyalektleri müşterek dile katmak teşebbüsü dillerin tekâmül tarihini ve şartlarını hesaba katmamaktan ileri gelen beyhude gayretlerden biridir. Bir “İVEDİ” kelimesinin “ACELE” veya “MÜSTACELİYET” kelimesinin yerini bir türlü alamaması, bölge dilini ortak dile mal etme düşüncesinin ne kadar yanlış olduğunu gösteren bir misaldir.

Müşterek dil (La langue commune) ki buna biraz yanlış olarak (ortak dil) de diyebiliriz. Çeşitli bölge dileri arasındaki tarihi müsabakada yalnız birinin galebesine ve hâkimiyetine dayanır. Bu galebenin içtimai amillere, kültür gelişmesine ve politikaya bağlı bir çok şartları vardır.

Antikite Yunanistan’da, çoğu edebiyata geçmiş çeşitli diyalektler konuşulurdu. Atina’nın kültür üstünlüğü kendini kabul ettirdikçe onun diyalektiği olan Atik bütün Yunanistan’ın örnek ve ortak dili olmaya başladı. (Le language Prof. Ed. Sapir sa:144)

Eski İtalya’da ve gittikçe de batıda ortak dil olarak yayılan Latince aslında Roma dili, yani bir şehrin dilidir.

Burada şehrin devlet merkezi olarak aldığı ehemmiyet Roma Dili’nin bütün bölge dillerine hakimiyetinin başlıca sebebidir. (La language. Vendryes. Sa:310)

Aynı şekilde Fransızca da bir devlet merkezi dilidir. Paris’in siyasi ve kültürel ehemmiyeti arkaik “ile de France” lehçesinin “Fransızca” nın bütün öteki diyalektlere hakim olmasının, hatta flaman ve bretonlara yayılmasının sebebidir. 17. asırda sabit şeklini alan bugünkü Fransız dili; Paris burjuvalığının dili, yani bir şehir dilidir. Onu evvela saray, sonra taşra kabul etmiş, onu kullanan büyük muharrirler yerleşmesine ve yayılmasına hizmet etmişlerdir.

İspanyolca da kaotilla siyasi ve edebi hakimiyetinden doğan bir ortak dildir.Fakat İngilizce çeşitli diyalektlerin birleşmesinden vücud bulmuştur. Çünkü Londra bütün taşra bölgelerinden gelen halk kitleleriyle nüfusu artan bir şehirdir. Ortak dil onların diyalektlerinin tesiri altında kaldı. 17. asırda İngilizce’ nin henüz tesbit edilemeyen telaffuzunun çeşitliliği bundandır.

Almanya’da devlet merkezi yeni teşekkül etmiştir. Ve Almanca’ nın ortak dil haline gelmesinde rolü yoktur. Almanca her şeyden evvel bir yazı dilidir ve başarısını “dini amillere” borçludur. Reform hareketinden Luther’ in Almancası bütün Aşağı Almanya’ya yayılmıştır.

Türkçe; Yunanca, Latince, Fransızca, İspanyolca gibi devlet merkezlerinden (İstanbul’dan) gelen bir politika, edebiyat ve kültür hâkimiyeti ile ortak dil halini almıştır. İstanbul dilinin bölge dilleri arasındaki seçkinliğinin ve hâkimiyetinin sebebleri 500 senelik bir tarih oluşu içinde aranmalıdır. Bugünkü devlet merkezi Ankara’ya intikal eden dil de İstanbul dilidir. Büyük tarihi hadise ve ameliyelerin meydana getirdiği bu Türkçe’ yi bölge dilleriyle karıştırmak hiç bir “kurum”un, hatta bir akademinin harcı değildir. Müstakbel tarihin uzun gelişme asırları içinde Türkçe’ nin geçireceği tekamül merhalelerini bugünden bilmeye ve tesbit etmeye imkan olmadığı için, derleme yoluyla yeni bir Türkçe ortaya koyma gayretleri bir ütopyaya kurban olmaya mahkum görünüyor.

Bölge dillerinden aktarılmak istenen kelimeler tutmamıştır. Mesela “defa” yerine konmak istenen “kez” —ki doğrusu (gez) dir. Ve Rahmetli Refik Paşa’ya göre Farsça’ dır
— sevilmeyen kelimelerden biri halinde kalmıştır.

Misâl pek çok.

Türkçemizi özleştirme ve zenginleştirme hamlesinde, arkaik (eski ve ölü) kelimelere veya bölge dillerine baş vurmanın bu güzel ve zaruri hamleyi baltalamaktan başka neticesi olmadı ve olmayacaktır. Dilcilerimizin ve edebiyat amatörlerinin bunu anlayacakları güne kadar gerçek münevverlerin, ‘sözde yeni” dil davranışlarına karşı tiksintisi devam edecektir.

Nihad Sami Banarlı İstanbul konuşması için şöyle diyor Türk Tarihinin son 700 senesinde kurulan en büyük medeniyet, Anadolu ve Balkanlar Türkiyesi’ nde Osmanlı Medeniyetidir. 500 seneden beri, böyle bir medeniyete dil, kültür ve sanat merkezliği yapan İstanbul şehrinde ise Türkçemiz’ in büyük tekâmül göstermesi çok tabiidir.

Esasen her medeniyet dili, o medeniyete kültür merkezliği yapan şehirlerde işlenir. Bu sebeble dünyanın her ülkesinde her dilin en iyi konuşulduğu bir yer, bir bölge, bir şehir vardır. Londra İngilizcesi, Berlin Almancası ne ise İstanbul Türkçesi de öyledir. Hatta Fransızlar bu mevzuda ileri giderek, uzun zaman Paris Fransızcasından da üstün ve merkezi bir sanat lisanı düşünmüşlerdir. Buna göre en güzel Fransızca, bu dilin Paris’te Comedie Francaise’ de konuşulan şeklidir.

İstanbul Türkçesi, daha ilk anlardan başlayarak yalnız İstanbullular tarafından değil, imparatorluğun her tarafından gelen Türkler ve Türkleşenler tarafından işlene işlene güzelleşmiş lisandır. 0 kadar ki bu dilin güzelleşmesi için, asırlarca, bütün bir imparatorluk çalışmıştır. Aynı dil, bilhassa yazı dili olarak, bütün imparatorluk coğrafyasındaki münevverler tarafından elbirliğiyle yükseltilmiştir.

Konu ile alakalı resim için tıklayınız.

Türkçe'den Kaçanlar ve Türkçe'yi Arayanlar

Türkçe'den Kaçanlar ve Türkçe'yi Arayanlar


Londra Üniversitesi'nde Türkçe okutan bir kadın doçent, Miss Margaret Bainbridge, kaybettiğimiz Türkçeyi arayıp bulmak ve kurtarmaya çalışmak için İstanbul'a gelmiş, hakiki Türkçeyi bulabileceği çevrelerde araştırmalar yapmıştır. İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi profesörlerinden ve Türk Ev Kadınları Derneği'nin yardımlarından faydalanmıştır. Bu arada, İstanbul konuşmasını henüz kaybetmemiş bazı İstanbulluların konuşmalarını teybe almıştır.

Nihad Sami, meseleyi şöyle değerlendiriyor: Yaptığı ve yapacağı işin ciddiyeti içinde, gayretli ve sağlam bilgili Miss Margaret Bainbridge'le biz de uzun uzun konuştuk. Türkçenin hazin kaderi üzerinde bilgi alışverişlerinde bulunduk; Türkçenin en güzel eserlerinden seçmeler yaptı k. bandlar doldurduk.

Türkçenin, bugünkü çılgın gidişi karşısında İngiliz doçenti en az bizim kadar üzgün ve me'yus buldum.

"Bu gidişin sonu ne olacak?. Sizin, büyük, tarih eseri olan güzel diliniz, böylece ziyan olup gidecek mi?" diyor, başka bir-şey söylemek istemiyordu. İngiltere'de Türkçe öğrenmek isteyen fakülte talebesine hangi Türkçeyi öğreteceğini şaşırmıştı. Hakiki Türkçeye ihânet etmek istemeyen bir gönülle ve böyle bir ilmî zihniyetle bizim dilimizin ulaştığı en üstün seviyeyi tesbite çalışıyordu.

"Sizin Divan şiirinizin güzelliğini ve Türkçenin eski ve büyük şâirlerinizin elinde neler söylemeğe muktedir bir lisan olduğunu biliyorum. Sinan Paşa gibi, Evliya Çelebi gibi, eski nesrinizin şaheserlerini meydana getirenler de beni kendilerine bağlamışlardır. Bununla beraber, sizin hakiki Türkçe'niz, bundan 40–50 sene evvel konuşulan Türkçe ile yazan muharrirlerinizin dilidir. Ondan evvelki lisânınızın her külfeti bu sonuncuların dilinde yumuşamış, kaybolmuş. Ortaya çok güzel bir yazı dili, bir şiir ve nesir çıkmıştır. Bugünkü diliniz ise artık tamamiyle uydurma ve güzel olmayan bir dil, ne sesi, ne üslûbu kalmış, ziyan olmuş bir lisan... Kemâlini bulmuş Türkçeye nasıl kıyıyorsunuz? Bu güzel dili kısa zamanda nasıl bu kadar mahvü perişan ettiniz? Bu, akıl alacak şey değildir!" diyordu.

Bizim bazı dilcilerimizin her zamanki gibi yanlış olan bir iddialarına gülüyor: "İngilizceyi öz İngilizce yapmak için cemiyet kurulduğu iddiasına..!"

"—Böyle bir düşünüş. Lord Byron'ın romantizmi devrinde bir ân için çakıp geçmişti. Sonra İngilizce'nin teşekkülü öğrenilince bu romantik düşünce de tabiatıyla câzibesini kaybetti." diyor. Ve, pek tabii olarak, İngilizcenin bir imparatorluk dili oluşundan gurur duyuyor.

Sözün kısası şu ki, Türkçeyi kendi inceliği ve güzelliği içinde öğrenmek isteyen âlim, şimdi Türkiye'de Türkçeyi bulmakta güçlük çekiyor. Vakit kaybetmeden ve henüz Türkiye'de dil bilir üç-beş kişi varken bizim hakiki lisânımızın sesini, şivesini tesbite çalışıyor, ölmezleştirmek istiyor.

Dilimizi mahvetmeye memur insanlar ise bunun aksini yapıyorlar. Onu yıkmak ve unutturmak için ne lâzımsa, hem de, vakit geçirmeksizin yapmaya çalışıyorlar.

Bizi ve dilimizi sevenlerden birisi de İtalyan Prof. Anna Masala... Vehbi Vakkasoğlu'nun sorularına cevap verirken şöyle diyor:
—Gerçi, bir lisan olarak Türkçe var, kendine has bir medeniyetiniz de var.Fakat bu yeni medeniyetten önceki tarihinizi bilmek lâzım. Tam modern bir Türk olmak için eski kültürünüzü bilmeniz gerekir.

Arabça bilmeyen bir adam nasıl Türkolog olabilir?

Türk edebiyatına Divan edebiyatı ile başladım. Bence ileri; eski demektir, yani zaman mevzubahis değil. İleri için, yarın da diyebilirim, dün de diyebilirim farketmez.

Bu sebeple Orta Asya edebiyatınızı okumak istedim. Meselâ destan edebiyatı çok mühim. Divân-ı Lügat'it Türk vs... Sonra gördüm ki, iki paralel yol var:
1) Divan edebiyatı, 2) Halk edebiyatı... Ve halk edebiyatında tasavvuf edebiyatı var. Tasavvuf edebiyatı, derya; bitmez tükenmez... Belki ölünceye kadar çalışacağım.

Roma Üniversitesi'ndeyim. Talebelerim çok... Geçen sene otuzdu, bu sene daha fazla. Meselâ geçen sene Yunus Emre'yi okuttum, bu sene başka bir konudan bahsedecektim, onlara... Yok dediler. Hocam ne olur, tasavvufa bayılıyoruz yine tasavvuftan bahseder misiniz?

Neden kompleks var sizde? Ben dikkat ettim şunu gördüm: Bakınız ben Avrupa'da doğdum, Mozart'ı severim, Mozart'ı severken, ben Itri'yi buldum; bayıldım O'na. Bazı Türkler, Itri'yi bilmiyorlar veya bilmek istemiyorlar. Itri'yi misâl olarak söylüyorum. Bunun gibi birçok misâl verebilirim. Kompleks var onlarda.

Bir gün bir Türk kızı bana ne dedi bilir misiniz?

—Anna Masala, sen hep Itri'den bahsediyorsun. Bu Itri bitti Ben Mozart'ı severim. Ben çok sert bîr cevap verdim:
—Çok affedersiniz dedim, bence sen Itri'yi bilmiyorsun kızım. Fakat Mozart'ı da anlamıyorsun.

Ben, içten ve gerçek söylüyorum, o Türk kızından daha şanslıyım. Kompleks bu... Çünkü ona göre, Itri eski, ne demek eski? Bir dün olduğu gibi, bir de yarın var. Sadece bu gün olmaz. Yarın varsa, bir de dün var. Lâtince öğrendim. Tabii şimdi ben Lâtince konuşmam. Fakat İtalyanca'yı dahi öğrenmek için Lâtince okudum. Bazı Türkler sıkılıyorlar ve diyorlar ki, yüz sene önce, ikiyüz sene önce, bin sene önce başka. Elbette başka. Fakat meselâ ben Micelangelo dersem kompleks yok bende. Ama siz Sinan, daha doğrusu Koca Sinan deyince sıkılıyorsunuz. Pek anlamadım ben bunu.

—Anna Masala hanımefendinin değerli sekreteri Ayşen Hanım, onun tercümeleri hakkında şunları söylüyor:
—Anna hanımın son yaptığı tercümeler arasında bir Gazi Osman Paşa Marşı var. İnanın, bu gün bunun Türkçesini sekiz yaşındaki bir çocuğa veya seksen yaşındaki bir ihtiyara okuyun, onlar nasıl anlıyor, nasıl ağlıyorlarsa, hiç İtalyanca bilmedikleri halde, tercümesini de okuyunca aynı şekilde hislenip ağlayacaklardır. Çok samimi söylüyorum. İtalyanca veya Türkçe bildiğim için değil. Ben şiiri okuduğum zaman vapurdaydım. İnanır mısınız, avaz avaz bağıracaktım, nerdeyse...

İtalyancayı hiç bilmeyen biri bile, Onun tercümelerini okusa, aynı duyguyu, aynı mânâyı anlayacaktır mutlaka, yani İtalyancasını okurken Türkçe'sini görecektir. Bu kadar derinlemesine hissetmiştir onları yazarken.

Şimdi bir de meseleyi başka yönden ele alalım...

Sovyet Rusya'nın kurulduğu yıllarda, zamanın en büyük İlimler Akâdemisi olmasına çalışılan "Şu'ra Cumhuriyetleri İlimler Akademisi "ne bir vazife verilmişti. Buna göre, akademi, Rusça'yı öz Rusça hâline getirmek için ne yapmak gerektiğini araştıracak, neticeyi bir rapor hâlinde Rus hükümetine verecekti.

Bu rapor çok ciddi araştırmalardan sonra, yine çok ciddi şekilde hazırlandı. Raporda hülâsa olarak şu neticeye varılıyordu:
"Rusça'yı Öz Rusça yapmak mümkün-dür.Ancak bunun için Rusçada kullanılan kelimelerin yüzde yetmişbeşini terk etmek ve yerlerine yeni kelimeler bulmak gerekir."

Bu rapor Rusça için derhal hasıraltı edildi. Fakat aynı rapor, Moskova'nın dış siyasetine yaman bir ışık tutmuş oldu:
Madem ki bir dili öz dil yapmaya çalışmak, o dile bu derece yaşayan kelime kaybettiriyor; geçmişle, kökle, inançlarla alâkayı kesiyor, şu halde bu sistem diğer müsait ülkelerde tatbik edilebilirdi...

Bu tatbikata ışık tutan bir hâtıra:
Peyami Safa kendisine "sosyal, spontane, koordinasyon, icmâl, tecessüs, hulâsa ve hâdise.." kelimeleri yabancı olduğu hâlde niçin kullandığını soran okuyucusuna bir hâtıra ile cevap veriyor:
"Rahmetli Hüseyinzâde Ali bir gün Rusya'da bir tiyatro locasında, Rus lisaniyatçılarından biriyle Türkçeden bahsediyormuş. Rus âlimi Türkçenin yabancı kelimelerden mürekkep olduğu için kendi kendine yeten, müstakil bir dil olmadığını söylemiş.

Hüseyinzâde Rus'a sormuş:
—Söyler misiniz? Rusya'da tiyatroya ne derler?
—Tiyatro.
—Oynayanlara ne derler?
—Aktör.
—Sahne tertibatına?
—Mizansen.
—Piyesi fısıldayana?
—Süflör.
—Sahnenin resimlerine ve eşyasına?
—Dekor.
—Bunlar Rusça mı?
—Hayır!"

Şimdi biz de okuyucuya soralım; "Niçin otomobil, telefon, elektrik, fabrika, tank, mitralyöz, vapur, tren?.. Bunların Türkçesi yok mu?"

Gene biz cevap verelim: Bunların da Türkçe'si yok. Tren trendir. Bu zarureti daha fazla münakaşaya vaktimiz yok. Sonra medeniyet trenini kaçırırız.

Derleyen: Safvet Senih

Modern Papağanlar

Modern Papağanlar


Çeşitli yönlerden esen rüzgârların tesiriyle, sağlam bir temel ve köke bağlanamıyanlar; sağa-sola eğilip bükülürler. Telkinlere göre, bazan ilim adına, bazan yenilik adına farkına vararak veya varmıyarak çok zararlı işler yaparlar. Evet ihtisaslarının zevkine varamamış, sırrına erememiş bazı matematikçiler gibi, bazı dilciler de; mevzularını kuru, tatsız, somurtkan durumlara sokarlar; mesleklerini her türlü estetikten, elâstikiyetten mahrum çirkin hâllere götürürler; problemlerini güya kendilerinden başkalarının çözemiyeceği sahte güçlükler içinde, çok abus gösterirler. Gün gelir, dilde olgunlaşıp güzelleşen anne kelimesini ana; elmayı alma; elâyı ala; inancı yinaç; Selçuku selçik; Merâli Maral yaparlar. Hatta başka dilden geldiğine bakmıyarak, kemâl'i bile kamal yaparlar. Bunun adı da büyük ses uyumuna uymak olur.

Gün gelir, Arapça-Farsça asıllı Türkçeleşmiş kelimeleri atarlar; ama bakarsınız, frenkçe kelimeler istilâ etmişçesine dilin içine yığılır. Gün olur, dilimizle alâkası olmayan -sel ve -sal ekleri ilâve edilir. Ama asırlardır dilin özüne giren; ilmî, insanî, kitabî gibi mensubiyet ekleri sökülüp atılır. Ortalığı "—sel" alır; "—sal"'larla da kurtulamayız.

Gün olur, Arapçaya yapılan düşmanlık kadar frenkçeye de düşman kesiliriz. Gün olur, aynı silah geri teper; "Güneş-Dil Teorisi" ile, "Belletenler'de": Adet, dakika. derece, fark hacim, hal, hâtâ, hesab, huzme, hüküm, ifâde, ihtâr, ilim, meselâ, işâret, kuvvet, mâden ve başkaları gibi; daha pekçok kelimenin, aslında Türkçe olduklarının isbatı için sayfalar, kitablar dolusu makaleler yazılır. Aynı "Belleten'lerde": Aksiyon, aritmetik, baskül, formül, geometri, grafik, harmoni, ıskonto, kapital v.b. gibi frenkçe kelimelerin bile Türkçe, hem de ne kadar Türkçe olduğu, yine sayfalar dolusu yazılarla isbata çalışılır.

;Şimdi insan bunu görünce, Refik Halid'in, Ago Paşanın Hatıratı'nı hatırlıyor. Orada "Ago Paşa" isimli bir papağan, başından geçenleri şöyle anlatıyor:
Bir zamanlar bir kuşçu dükkânında tâlim ve terbiye gördüm. Karşımızdaki bahçenin adına (Millet Bahçesi) derlerdi... Bunu, gelip-geçenlerden işite işite ezberledim; iki de bir: —Millet Bahçesine gidelim! diye lüzumlu lüzumsuz haykırırdım. Bilmem ne oldu ki, bir gün dükkâna iki polis girdi; beni göstererek sâhibime hiddetli şiddetli emirler verdiler. Zavallı dükkâncı:
"— Kuş'tur, aklı ermez; ne söylerlerse onu tekrar eder! diye itirazlar etti; ve onlar gider gitmez yanıma koştu: — Allah belânı versin! diye haykırdı, beni sürdürecek misin? Bir daha Millet kelimesini ağzına alırsan dilini koparırım, anladın mı? Orasının adı bundan sonra (Belediye Bahçesi), söyle bakayım tekrar et!...


Beni bir konağa verdiler. Yeni bir derse başlamıştık: — Yaşasın hürriyet! Bu ne demekti, kuş kafamla bunu idrak edemezdim. Fakat bakıyordum, konakta da kimsenin henüz anladığı yoktu. Neyse, benim vazifem bilir-bilmez, anlar-anlamaz herkes gibi: — Yaşasın hürriyet! diye bağırmaktan ibaretti. Haftasını geçmemişti; konağın balkonundan caddeden geçen halka her zaman olduğu gibi: — Yaşasın hürriyet! diye haykırıyor, birçok takdirlere nâil oluyordum.

Bir akşam; kendiliğimden, sokaktaki nümayişçilerden koparak: —Yaşasın Niyazi! Yaşasın Enver! diye bağırınca, zavallı efendimin sevincinden(!) üzerine bir fenalık geldi, biraz ayılınca: — Sabahtan tezi yok, hemen Ago Paşayı İttihad ve Terakki merkez-i umumisine hibe ediyorum, bana yine selâmet kapısı açıldı! diye söyleniyordu. Nitekim öyle de oldu. Hürriyet beni de girdiğim konaktan seneler sonra çıkardı, beni de refah ve sükundan ayırarak mâcera ve hâdisâta kaptırdı. Ah bu merkez-i umumi!.. Bereket ki, üç gün kaldım. Kaba, hantal, şivesiz bir sürü adam, kafesimin önünde toplanıyorlar: —Aha! Kuşa da bak, ne hürriyet-perver! Bre kuşlar bile bizi takdir için dile geldiler, ne muvaffakiyet! diye söylenirlerdi. Orada da kapıya devamlı gelen nümayişçi heyetlerden: — Yaşasın cemiyet! demeyi öğrendim. Koyu bir İttihadcı olmuştum.

Merkez-i umumiden beni, bir nüfuzlu zâtın evine gönderdiler. Balkona asılı, devamlı "— Yaşasın hürriyet! Yaşasın cemiyet! Yaşasın Niyazi! Yaşasın Enver! diye haykırıyor, başıma yüzlerce adam topluyordum, yine sahibimin keyfi yerinde idi: — Verin Ago Paşaya Şamfıstığı! diyor, beni takdirlere gark ediyordu. Bu minval üze-re yedi ay geçti, geçmedi; bir sabah, ben balkonda lâtif bir mart güneşine karşı: —Yaşasın İttihad ve Terakki! diye gırtlağımı yırtarcasına haykırırken odaya Efendim pür-telâş girdi:
— Susturun şu kuşu, şu mel'un kuşu, beni öldürtecek, evimi yağma ettirecek! diye bağırdı. Hemen koştular, kafesimi balkondan aldılar, en alt kata indirdiler, üzerime de demir kapıyı kapadılar.


Zifiri bir karanlık.. Acaba ne olmuştu, ne yapmıştım; suçum, günahım neydi, bilmiyordum. Sonra anladım ki, "Yaşasın hürriyet! " modası geçmişti.


Beni tekrar kuşbaza verdiler. O akşam yeni bir derse başladık. Bu dersi, bu yeni parolayı da zabtetmiştim; kuşçunun dükkânından, dışarıda havaya silâh sıkan âsi askerlere hitaben ben de onlar gibi haykırıyordum. Bu sefer de neferler karşıma geçip: — Kuşa bak, dili bize uygun! diye şaşıyorlardı.

Bir sabah övülmek, mükâfatlanmak ümidi ile: — Yaşasın..! der demez, kuşbazım koştu: — Sus bre münâsebetsiz kuş! Beni mürteci diye astıracak mısın? Çeneni tut, yoksa gaganı koparırım! diye üzerime yürüdü. Derhal sustum, içimden: — Allah Allah! diyordum, bu ne kararsızlık, ne döneklik, devamlı dil değiştirip duruyoruz; bir takdir, bir tevbih göre göre anamdan emdiğim süt burnumdan geldi!


Dükkâncı ertesi gün, top sesleri arasında bana yeni dersimi takrir etti: —Yaşasın Mahmut Şevket Paşa! diye hep haykırıyor, kanat çırpıp âzami hürriyet-perver heyecan ve neşesini gösteriyordum. Bu gayretim sayesinde nihayet Yıldız yağmacılarından ve Hareket Ordusu erkânından birine satıldık, rahata konduk. İri bir gramafonları vardı, çalına çalına ben de:
— Kimdir onlar? Kimdir onlar? Hareket Ordusu! türküsünü ezberlemiştim; yeni sahiblerimin takdirleri arasında daima tekrak eder dururdum. Fakat, ne kadar da olsa ser'de kuşluk var, bu türkünün arkasından da sokaktan geçen bir satıcının taklidini yapardım: — Lahana Turşusu! diye bağırırdım.. Binaenaleyh o türkü acaib şekle girdi:
— Kimdir onlar? Kimdir onlar? Hareket Ordusu! Lahana Turşusu!


İşte bu münasebetsizliğimin cezasını çektim, gayet mutaassıb bir İttihadçı Zâbit olan ve bizzat Hareket Ordusunun başında bulunup o sayede Yıldız mücevheratının başına konan efendim, bu alaylı türküyü işitince:
— Vay müstebid, muhâlif, mürteci kuş seni! deyip de tabancasını çekmesin ve üzerime silâhını boşaltmasın mı? Bereket ki, toplayıcı olduğu kadar atıcı değilmiş, ancak iki metre ötedeki bir çalınmış vazoya isâbet ettirebildi. Hemen beni gözünün önünden kaldırdılar.


Artık ben, İttihadçıların nazarında, bir muhalif, bir mürteci sayılıyordum...


Şayet Hürriyet ve itilâf erkânından birisi, kendilerine mensubiyetimi duyup, derhal beni satın almasaydı; bulunduğum evde açlıktan helâk olmam muhakkaktı. Yeni sahibim, her akşam kafesimin başına gelir, bana:
— Haydi Ago Paşa, şu "Kimdir onlar?" türküsünü çağır bakalım! derdi. Derhal terennüme başlardım; adamcağız keyfinden bayılırdı; meğerse Hareket Ordusu girdiği zaman onu da zindanlara sokmuşlar, divân-ı harblere sürüklemişlerdi. Şimdi bana bu tezyifkâr türküyü söyleterek hıncını çıkarıyordu. O esnada Arnavutluk vak'ası olmuş; Büyük kabine, Bâbıâliye oturmuştu. Binaenaleyh işim gücüm, artık: — Yaşasın Kâmil Paşa! diye haykırmak olmuştu. Muhalif efendim, bu âvâzemden o derece memnun oldu ki, ortasında mor bir yeni dünya sallanan yepyeni bir san kafes aldı; ayçiçeğini de şamfıstığı ile değiştirdi. O günlerde bir vilâyete tayin olunmak üzere bulunuyordu, neşesine pâyan yoktu. Fakat bir sabah, her şeyden habersiz salonda ben: — Yaşasın Kâmil Paşa!


Diye haykırırken ne olsa beğenirsiniz? Efendim, yanıma her tarafı tir tir titreyerek, sapsarı, sakalı bıyığı karışmış bir hâlde girdi:
— Sus budala kuş! Beni tekrar divân-ı harblere mi sürükleyeceksin? Diye bağırdı. Ah! Kendiliğimden dilim olsa da ona şöyleçıkışsaydım:


"Behey adam, sizin hiçbir işte sebâtınız yok mudur? Daha dün (söyle; diye yalvarıyordun, bugün (sus!) diye haykırıyor-sun... Ben ne diyeceğimi şaşırdım, sen de ne yapacağını bilmiyorsun! Budala, ahmak, dönek, münâsebetsiz hep sensin, sizsiniz bütün insanlar!


Muhâlif değil mi? Ondan pervam yoktu, ne vurabilir, ne dövebilirdi.. İnadıma haykırdım:
— Yaşasın Kâmil Paşa! Biçare adam munis bir sesle şöyle söyledi:
— Yavrum, ille (yaşasın) diye bağırmak istiyorsan bari bir kârlısını bağır, (yaşasın Mahmut Şevket Paşa!) de.. Zira yine o geldi, hem de sadrazam olarak...


Onun bu kadar çabuk dönüp geleceğini ben nereden tahmin edebilirdim. Bir zaman da tekrar (Yaşasın Şevket Pasa!)lara devam ettim. Bir akşam yine öyle bağırıyordum, efendim ağzı kulaklarında içeri girdi:
— Ago Paşa, senin duan makbul olmadı. Şevket Paşayı vurdular! Dedi. Ben açıkgözlülük yapmak istedim:
— Yaşasın Kâmil Paşa!


Diye bağırdım, hoş düştü amma bu gevezeliğim ertesi günü bizim efendinin Bekir Ağa bölüğüne tıkılmasını, sonra da Sinop'a gönderilmesini icabettirdi. Komşulardan bir İttihadçı, bire bin katarak ve "Efendi ile kuş tâ be sabah şenlik yaptılar!" diyerek bizi divân-ı harbe ihbar etmişti.


İşte bu tarihten itibaren artık rahat yüzü görmedim. Filvaki tekrar bir İttihadçı evine satılmıştım, bol gıda alıyordum; lâkin hemen hemen her tarafta yeni bir (Yaşasın!) öğrenmeğe mecburdum; zira Harb-i Umumi patlamıştı: — Yaşasın harp! Dedim. Derken Alman muzafferiyetleri şuyu' buldu.

— Yaşasın Hindenburg! Demeyi belledim. Arkasından Enver Paşayı medh icabetti:
— Yaşasın Enver Paşa! Diye haykırdım Kanal seferleri çıktı, arasıra:
— Yaşasın Cemal Paşa! Diye bir bağırmak lâzım geldi. Daha sonra mağlubiyetlere sıra geldi.

— Yaşasın zafer-i nihâi! Avâzesiyle milleti teselli ve teheyyüç iktiza ediyordu. Haykırmaktan gırtlağım iltihablanmıştı. Üstelik bir de:
Asker olacağım ben!...


Türküsünü öğrenmek mecburiyetinde kalmayayım mı? Daha kötüsü, yeni Efendimizin bir zübbe kızı vardı, Türkçe şiirlere meraklıydı, tutup da bana Mehmet Emin Beyin asarından ve tatsız, şivesiz, birtakım manzumeler ezberletmeye kalkışmasın mı? Kendi kendime:
— Ah, diyordum; neymiş o otuz üç senelik mes'ud devir! Yalnız bir cümle öğrenmiştim bir (yaşasın!)... Fakat ne becerildi, ne feyizli, ne hassalıymış! Bakıyorum şimdi her yeni (yaşasın); memleketin birkaç vilâyetine, birkaç milyon ahâlisine oluyar. Fakat derdini kime anlatırstn?-Ben ahvâlin fenalığını şu papağan aklımla kafesimin ardından görüyordum da, sizler gezip tozmakta hür olduğunuz hâlde insan zekâsıyla bir adım ilerisini seçemiyor, sezemiyordunuz... Artık memlekette ne Şamfıstığı, ne Arabistan fıstığı kalmıştı; ayçiçeği tohumu bile nadirâttandı. İnsanlar ekmek diye süpürge tohumu, saman, toprak yerken; benim fıstık istemekliğim münâsebetsiz olmaz mıydı? Binaenaleyh ne bulursam yutmağa mecbur kalıyordum; zayıflamış, sersemleşmiş, neşesizleşmiştim:
— Yaşasın zarfer-i nihâi! Diye hay kırıyordum amma, doğrusu içimden:
— Yaşasın sulh! Demeği arzu ediyordum. Galiba bütün millet de benim gibi düşünüyordu.. Sulh, beni Amerikan fıstığına kavuşturacaktı,nasıl istemezdim? Darı ve mısır yemekten bağırsaklarım kurumuştu... Tam o sırada talih imdadıma yetişti, bir harp zenginine, iki çuval şeker mukabilinde satıldık! Baktım ki harp, gayet iyi bir şeymiş.. O ne bolluk, o ne israf, o ne hayattı? Asıl şimdi, hem de can u gönülden:
— Yaşasın harp! Diye haykırıyordum; harbin faydalarını bizzat görmüş, nimetlerine garkolmuştum. Zira kim bilir nerelerden, ne bahasına bana her cins fıstık celbolunuyor; önüme kutu kutu şekerlemeler serpiliyordu. Yedikçe yedim, şiştikçe şiştim ,dilim öyle bir açıldı, öyle bir cuş u huruşa geldim ki:
— Yaşasın Hindenburg! Diye haykırdığım zaman, yedi mahalle âvâzımdan tâciz olurdu: içimden müthiş bir harp taraftarlığı, bir vatanperverlik, bir hamiyet taşıyordu ki, ancak günde yüz kere:
— Yaşasın zafer-i nihâi! Diye bağırmakla kendimi, ateşimi ve heyecanımı teskin edebiliyordum. Aksi gibi bu saadet de uzun sürmedi; bir sabah harp zengini, odama şaşkın bir hâlde girdi:
— Mütâreke oldu, harp bitti, ben de bittim!


Diyerek, bir boş şeker çuvalı gibi yere çöktü. Ben bilir miyim, teselli için: — Yaşasın Enver Paşa! Yaşasın Hindenburg! Diye bağırmağa başladım. Sahibim:
— Allah ikisinin de belâsını versin; ne vardı dört yılda mağlub olacak.. Ne âciz, iktidarsız heriflermiş; iki yıl daha dayanamazlar mıydı? Diye söyleniyor, küfürler ediyordu. Beni o hiddetle bir mütekâid Paşaya hediye gönderdiler; adamcağız vaktini entari arkasında, köşe penceresinde gazetesini okumakla geçirirdi: hem de yüksek sesle... Nihayet ben de ezberimden okumağa başladım:
— Hinoğlu hinler! Zırtapozlar! Çanak yalayıcılar!


Zannediyordum ki artık (yaşasın) devri hitam buldu; hep böyle atıp tutacaktık.. Meğerse kaderimde yine (yaşasın) diye bağırmak varmış... Geçen yıl satıldığım bu evde, ömrüm bir aralık:
— Yaşasın Kuva-yı Milliye! Demekle geçti. Sonra sustular, böyle bağırmak yasak olmuştu. Altı aydan beri tekrar müsaade edildi. Binaenaleyh şimdi son nakaratım bu... İnşâallah, hayırlısıyle bir de can u yürekten:
— Yaşasın musâlâha!


Demeğe muvaffak olurum; ondan sonra ölsem de gam yemem!

Dillerin Doğuşu

Dillerin Doğuşu

Fatih BAĞCIOĞLU

Filolojiye, dil mevzuuna alâka duysun veya duymasın her insanın aklına zaman zaman "Dil acaba nasıl doğmuştur, dünyada en eski dil hangisidir?" soruları takılmıştır. Yine hemen hemen her insan "Diller tek bir kaynaktan mı, yoksa başka başka kaynaklardan mı gelişmiştir? " sorusuna cevap aramıştır ve bu mevzu filolojinin de (dilbilim) temel meselelerinden biri olmuş, yıllardan beri bir çok filolog bu sorulara cevap bulmaya çalışmıştır.

Son senelerde bu mevzuda yapılan en enteresan araştırmalardan biri Richard Fester'in yaptığı çalışmadır. Karl-Heinz Farni'nin Almanca P.M. Dergisinde yazdığı uzun makalede Fester'in bu ilgi çekici çalışmaları anlatılmaktadır.

Richard Fester 25 senedir 200 muhtelif dünya dili üzerinde incelemeler yapmış ve bu dillerdeki ortak kelimeleri tesbit etmeye çalışmıştır. Bu çalışmada kendisine 30 filolog yardımcı olmuştur. Fester ve arkadaşlarının modern filolojinin metodlarına uygun olarak yaptığı incelemeler, birbirleriyle ilgisi yokmuş gibi görünen muhtelif dillerin (*), müşterek tarafları olduğu gerçeğini ortaya koymuştur.

Bu çalışmalarda Fester'in bilhassa kelimeler arasındaki ses benzerlikleri dikkatini çekti. İlk olarak coğrafik isimleri ele aldı. Bunun neticesinde diller arasında inşanı şaşırtan bir benzerlik meydana çıkıyordu: Federal Almanya'da Ren nehri vardı. Fransa'da Rhone, Garonne ve Roanne, İtalya'da Reno, Norveç'te Rena, İsveç'te ise Ronne nehri bulunuyordu. Burada isimlerden başka bir müşterek taraf ta bunların hepsinin akarsu oluşudur. Verilen misâllerin tamamının Hint-Avrupa dilleri ailesine ait olduğu düşüncesi ileri sürülebilir. Fakat yapılan araştırmalar, Hint-Avrupa dilleri ailesine girmeyen dillerde de buna benzer isimlerin olduğu gerçeğini ortaya koydu. Meselâ, Amerika'da Washington yakınlarında bir nehrin ismi Kızılderili dilinde Raanoke'dir. Buradaki Mepucha yerlileri "çağıldamak, akmak" kelimesini rinun ile karşılamaktadırlar. Bu kelime Almanca'da rinnen'dir. Binlerce kilometre uzaklıkta Hindistan'da buna rina, Tibet'te ran, Japonya'da ryu Afrika'da baharini denmektedir.

Richard Fester'in tesbitlerine göre Japonlar, Amerika yerlileri ve Afrikalılar birbirleriyle münasebet kurmayan topluluklardır. Fakat bu kavimler nehri ve onunla alâkalı "akmak, çağıldamak" kelimesini aynı şekilde ifade etmektedirler.

Fester'e göre genç kadını ifade eden kelime ise bu mevzuda ayrı bir delildir. İskoçya'da genç kadına cwen denmektedir. Kuzey Germenler'de Kwinn, İngilizce'de queen, Ortaçağ Almanya’sında ise kvenne denirdi. Grekçe'de kadın gyne kelimesiyle anlatılır. Indo-Germen dil gruplarına girmeyen Baskca'da Gune ve Norveç dilinde Kuna kelimesiyle ifade edilir. Asıl şaşırtıcı olan Peru'daki Inkalar'da kadın Kuna, Avustralya'da 40.000 seneden beri yasayan yerlilerin dilinde Guna diye adlandırılır.

Fester "yuvarlaklığı" ifade eden Kail kelimesi üzerinde de durarak birçok dünya dilinde bu kelimenin de ortak olduğunu ispatlamıştır. İspanyolca'da Callao yuvarlak demektir. İbranice'de gal'gal tekerlek mânâsına gelir. Tibet dilinde Kyal yuvarlaklığı karsılar.

Ayrıca birinci teklik şahıs zamiri (ben) Almanca'da leh, İngilizce'de I, Latince'de ego, Avustralya dilinde ygo, Arapçada “ene”dir. Yine Latince tintinnare veya tintinnere fiili Türkce'de tınlamak veya ses vermek şeklinde karşılanır. Arapçada ise tanin tınlama, tannan tınlayan demekdir.

Bu birbirleriyle hiç bir münasebeti olmayan muhtelif dillerin bazı nesneleri ifade etmekteki paralelliği, bir çok araştırmacıyı şaşırtmaktadır. Bugün filologların bir kısmına göre bütün dünya dillerinin hepsi aynı kaynaktan, bir tek dilden ayrılmış, ortaya çıkmıştır. Yani bütün dünya dillerinin menşei birdir.

İşte Richard Fester bugünkü ve yok olmuş bütün dillerin hepsinin tek bir dilden geldiği görüsüne katılmakta ve yaptığı araştırmalar, verdiği misâllerle bunu ispatlamaktadır. O zaman da zaruri olarak müşterek orjin, yani bütün insanların aynı anne babanın çocukları olduğu fikri akla gelmektedir. Böyle, orjin i (menşei) bir olan ve hiç bir nakil vasıtasına sahip olmayan o zamanki insanların bütün yeryüzüne nasıl yayıldığı sorusuna Richard Fester, zaman ağırlığıyla ikna edici bir cevap vermektedir. Ona göre devamlı büyüyen ve lisanı ile üstün bir grup, her nesilde sadece 3 km. uzaklaşsa 100 000 sene sonra bulunduğu yerden 10 000 km. uzaklaşmış olur. Böylece zaten dünyanın yarısı iskan edilmiş olur.

Fester sonunda "Lisan insanın kendisi kadar eskidir." hükmünü veriyor ve onun bu araştırmaları en tanınmış filologları bile düşündürüyor. Zaten Yüce Beyan'da öyle demiyor mu: "Siz aynı anne babanın çocuklarısınız. "


______________

(*) Filoloji (Dil ilmi), yeryüzündeki dilleri menşe bakımından başlıca dört büyük âilede toplar:
1— Hint-Avrupa Dilleri Ailesi: Bu ailenin iki büyük kolu vardır. I. Avrupa Kolu; Avrupa kolu da kendi içinde üç kola ayrılır, a. Germen Kolu (Almanca, İngilizce, Flemenkçe), b. Romen Kolu (Fransızca, İspanyolca, İtalyanca, Romence), c. İslav Kolu (Rusça, Sırpça, Bulgarca), II. Asya Kolu (Farça ve Hindistanda konuşulan diller).
2— Sami Dilleri Ailesi (Arapça, Akatça, İbranice).
3— Bantu Dilleri Ailesi (Güney ve Orta Afrika dilleri).
4— Çin - Tibet Dilleri Ailesi (Çince, Tibetçe ve Uzak - Doğu dilleri). Bunun dışında Amerika'daki Avustralya'daki diller bu aileler dışında; aileden küçük dil gruplarını meydana getirirler. Türkçe ise, Macarca, Fince, Moğolca ile birlikte Ura) - Altay dilleri grubuna girer.

Modern İlâl'cılar

Modern İlâl'cılar


Ters tarafından duvara çivi çakmaya çalışan bir deliye öbürü:

"—Olmadı, o çivi bu duvarın değil; baksana ucu karşıyı gösteriyor; oraya çak!" dediği gibi, dilimizde de ekler - kökler birbirine karıştı. İsim ekleri fiillere, sona getirilecekler başa, hatta yabancı ekler, olmayacak yerlere yamanmaya başlandı. N. Fazıl'ın ifadesiyle "kurbağa dili" diye acayip bir lisan doğdu.

Prof. Dr. Faruk Timurtaş bu mevzuda şöyle demekte: "Öztürkçe ve Arı Türkçe adlan altında ortaya sürülen kelimelerin çoğu gramer şekli veya mânâ bakımından yanlıştır, uydurmadır. Bazı kelimelerde isme getirilmesi gereken ek fiile, fiile getirilmesi gereken ek isme getirilmiştir. Gramer kaidelerine uygun, mânâca yanlış olmayan yeni bir kelime, uydurma bir kelime değildir. Uydurma kelime yanlış eklerle yapılan, ses, şekil veya mânâca noksan olan kelimelerdir. Eklerin yanlış kullanılması ortaya garip kelimeler çıkarmaktadır.

Eklerin yanlış kullanılmasının ortaya acâyip kelimeler çıkardığını, örnekler üzerinde görmek faydalı olacaktır. Bunların birkaçını göstermek umumi bir fikir verecektir. Meselâ "ilginç" kelimesini ele alalım. Sevinç, korkunç, gülünç, kıskanç örneklerinde görüldüğü üzere "—c" veya "—nç" olan bu ek, hep fiil köklerine getirilmektedir. Dilimizde ilgimek veya iligmek şeklinde bir fiil mevcud olmadığına göre, "ilginç" yanlış ve uydurma bir kelimedir; fiile getirilmesi gereken "—ne" eki bir isim olan "ilgi" kelimesine getirilmiştir.

"Bağımsız" da böyledir. Bağ isim olduğuna göre, fiile getirilmesi gereken "—m" ekinin isim köküne getirilmesi yanlıştır.

Bir dilde az işlek ve ölü eklerle yeni kelimeler yapılamadığı halde, dilimizde, işlek olmayan eklerle de kelimeler meydana getirildiği görülmektedir. Meselâ "Zorun" böyle bir kelimedir. Kışın, yazın gibi zaman mânâsı taşıyan bir kaç kelimede görülen, zarf fonksiyonuna sâhip, işlek olmayan "—n" ekinin "zor" kelimesine getirilmesi yanlıştır. Bu kelime ek bakımından olduğu gibi, mânâ bakımından da doğru değildir. "Zor olarak, zorla" mânâsı ifade eden kelime "mecburi" kelimesine karşılık olamaz. "Zorunlu" ve "zorunluluk" kelimeleri ise büsbütün yanlıştır. Çünkü, zarf meydana getiren "—n" ekinden sonra "—lu" eki getirilemez. Bütün bunların dışında "zor" kelimesi farsça asıllı bir kelimedir. Arapça asıllıdır diye "mecburi" kelimesini atıp, farsça bir kelimeye işlek olmayan bir ek ilâve ederek yeni bir kelime meydana getirmenin bir mânâsı olmasa gerektir.

Dilimizin bünyesini, kelime kökünün ve eklerin ne olduğunu bilmeyen kimseler, Türkçede mevcud olmayan eklerle de yeni kelimeler yapmaktadırlar. Meselâ dilimizde nisbet ifade eden bir "—sal, —sel" eki bulunmadığı halde, bu eklerle kelimeler meydana getirilmektedir. Uysal ve kumsal gibi bir iki kelimede görülen ek, nisbet mânâsı ifâde etmemektedir. Ayrıca nisbet için kullanılan bu "—sal, —sel" eki, bazan "—al, —el", bazan sadece "—l" şekline girmektedir. Toplumsal, bölgesel, genel, özel, siyasal, doğal gibi. Bunlardan "—al, —el" fransızca, "—sal, —sel" ve "—l" uydurmadır. Dilimizde böyle nisbet ekleri yoktur. Aynı şekilde, "okutman, eğitmen örneklerinde olduğu gibi fâiliyet ifade eden ve fiil köklerine getirilen "—man, men" eki de uydurmadır. Şişman, kocaman gibi birkaç kelimede görülen ek ölü bir ektir ve böyle bir mânâ taşımamaktadır. Başka bir uydurma ek de "—ç" dir. Dilimizde isim köküne getirilen bir "—ç" eki bulunmamasına rağmen "araç" kelimesi teşkil edilmiştir. Doğrusu aracı olması gerekmektedir. Aynı ekle yapılan "gereç" kelimesi ise, Türkçede mevcut olmayan "gere" kökünden meydana getirilmiştir.

Bazan yalnız ek bakımından da değil, mânâ bakımından yanlış kelimeler teşkil ediliyor. Bunlardan da birkaç örnek vermek uygun olacaktır. "Vicdan" karşılığı "bulunç" ileri sürülmüştür. "Vicdan"ın terim ve deyim olarak "bulmak" ile hiçbir ilgisi yoktur. Fakat, vicdan kelimesi Arapça aslında "bulmak" mânâsına gelen bir kelimeden türediği için, kelimenin bizde kullanılan mânâsı düşünülmemiştir. Arapçadan aynen tercüme etmek suretiyle uydurulmuş, mefhum göz önünde tutulmamıştır. "İlişki" kelimeside mânâ bakımından uygun değildir. Bu kelime "münasebet" karşılığı olamaz. İlgi "alâka" demek olduğuna göre "ilişki olsa olsa "taâlluk" mânâsına gelir. "İzlemek" kelimesinin bir tiyatro eserini, bir filmi seyretmek, görmek, bir musiki parçasını dinlemek mânâsına kullanılmasıda hatâlıdır. Çünkü izlemek "izinin arkasından gitmek, aramak" mânâsı ifade eder.

İzlemek yaşayan dilde "Hayvanın veya eşkıyanın izini aramak, takip etmek" suretinde kullanılır. Bu sebeple "takip et-mek"in ancak maddi sahadaki karşılığı olabilir. Perdede, sahnede ve televizyon ekranında bir oyun, bir film izlenmez; seyredilir, görülür.

Bir dilde yeni kelimeler, dilin bünyesine uygun; yani ses, şekil ve mânâlar doğru olarak teşkil edilmelidir. Böyle olduğu takdirde bunlar uydurma değil, usûlüne uygun olarak türetilmiş kelimeler sayılırlar. Her dilde her zaman yeni kelimeler türetilebilir. Bu, o dilin canlılığını ve gelişmesini gösterir. Türkçemiz kelime türetmek bakımından son derece zengin ve kudretli bir dildir. Ne var ki; dili sadeleştirmek ve zenginleştirmek maksadıyla meydana getirilen kelimelerin büyük bir kısmı dilin yapısına dikkat edilmediği için yanlıştır. Halbuki dilimiz yeni kelime türetilmesine son derece elverişli ve müsâittir."

Durum böyle olduğu halde bir kısım arı dilciler, modern bir i'lâl anlayışı içinde "yoksul" hatta "yoksun" kelimelerinin sonlanndaki "—sul" ve "sun" eklerinin bile aslının "—sal" eki olduğunu iddiaya kadar işi vardırmışlardır.

Merhum Ali Fuad Başgil, "Uydurma Dil Modası" başlıklı yazısında hatıralarını anlatırken şöyle diyor: "Hiç unutmam, 1935 yazında, bir gün. Ada vapurunda, rahmetli Eskişehir Mebusu Yusuf Ziya hoca ile buluştuk. Ankara'dan geldiğini ve beşyüz sahifelik bir eser hazırlamakta olduğunu söyledi. Neye dair diye sordum. Arapça'nın Türkçe'den çıkma olduğuna dairmiş... Bir misâl de verdi, meselâ Firavun kelimesi Arapça sanılır, halbuki Türkçedir ve "Burun" kelimesinden çıkmadır. Burun insanın önünde, çıkıntı yapan bir uzuvdur. Hükümdar da cemiyetin önünde giden bir şahsiyet olduğu için, Mısır'da buna burun denilmiş, kelime zamanlar içinde kullanılarak nihayet Firavun olmuş dedi. Altmışından sonra, Esasiye hocalığından dil canbazlığına dökülen üstadı, çıldırıyor mu diye merak etmiştim." Aslında bir zamanlar bu durum bir hastalık halini almıştı. Birçok Arap ve Fars kelimelerinin üzerinde duruluyor, bunların asıllarında muhakkak Türkçelik aramak gibi bir işgüzarlığa kadar gidiliyordu. Hatta bir gün, Necati Beyin Maarif Vekilliğinde, geç vakte kadar süren bir toplantıdan ilk çıkan Falih Rıfkı Beye (Ulus) gazetesi muhabiri sormuştu:
— Bu gün ne yapıldı. Falih Rıfkı bey? Falih'in muhabiri şaşırtan cevabı şu olmuştu:
— Namusumuz kurtuldu.

Meğer o gün, saatlerce, "namus" kelimesinin öztürkçe olduğunu isbata uğraşanlar olmuş ve bu güzel kelime dilimizden atılmaktan kurtarılarak neticede aslı Türkçedir diye bir karara varmışlar.

Başka bir münâkaşayı bizzat Falih Rıfkı kendisi anlatıyor: "İlk lügat komisyonuna başkanlık yaptım. İki takımdık. Biz bir kelimenin Türkçe karşılığı yoksa, konuşma diline geçmişse ve benimsenebilecek bir karşılığı öne sürülmüyorsa onu "Türkçeleşmiş" sayıyorduk. Özleştirmeciler "sokak" kelimesini bile, aslı Arapça olduğu için, lügatta tutmak istemiyorlardı.

Hiç unutmam. Dolmabahçe Sarayında toplanmıştık. Sağımda Naim Hazim Hoca, solumda Yusuf Ziya ... Sıra "hüküm" kelimesinde:
— Bir karşılığı yoksa alıkoyalım, dedim. Naim Hoca da, Yusuf Ziya da:
— Olamaz, dediler.

Sağıma döndüm. Naim Hoca'ya :
— A hocam. Arapçanın aslı Türkçedir, dersiniz. Kur'ân'dan hangi kelimeyi göstersek aslı Türkçe olduğunu iddia eder"siniz.

Soluma döndüm.
— Siz de hocam, bütün diller Türkçe-den üremedir, dâvasını güdersiniz. Fransızca "chambre", allem eder kallem eder, "oda"dan çıkarırsınız. Sonra "hüküm" gibi köye kadar giren kelimeye gelince ikiniz de dayatıyorsunuz.

Hayli tartıştık. Toplantıdan sonra:
— Asya Türk lehçelerini pek iyi bilen bir üyemiz bana geldi. "—Fâlih bey ben bir çok lehçe bilirim. Bir Yakup Kadri, Falih Rıfkı lehçesi de biliyorum. Bilmediğim tek lehçe Dil Kurumu Lehçesi!" dedikten sonra:
— Hiç üzülmeyin. "Hüküm" kelimesini yarın Türkçe yaparız, dedi. Ve ertesi gün usulca elime bir pusula verdi. Radloff'a göre bazı Türk lehçelerinde "Ök = akıl" demekmiş, "ük" şekline girdiğini gösteren örnekler de kâğıtta yazılı idi. Bir uzak lehçede "um, üm " le isim yapıldığı üzerine de bilgi edinmiştim. Alt tarafı da kolaydı: Ük, üküm. Kullanıla kullanıla "hüküm"

Toplantıda :
— Hüküm Türkçedir, dedim ve sabahleyin öğrendiklerimi sayıp döktüm.

İki hoca da susa kalmışlardı
"Uydurma" demeyeyim de "yakıştırmacılık" ilminin temelini atmıştık.

Dilimizin başına gelen bu dramatik durum, Meddah Süruri ile Kel Hasan arasında geçen i'lâl komedisini hatırımıza getiriyor.

Meddah Süruri, bir aralık Kel Hasan'la tutuştular. Süruri Arapça (i'lâl) denilen kaideye uydurarak Kel Hasan hakkında şöyle bir tekerleme yapar:
— Kel Hasan aslında Gül Hasan idi. Sonbahar geldi, yapraklan döküldü. Kel Hasan oldu.

Kel Hasan susar mı? O da şöyle mukabele etti:
— Süruri aslında sürur merhemi idi. Kel Hasan'ın başına sürdüler, tuhaflığı ordan aldı, Kel Hasan oldu.

Meddah Aşki de Kel Hasan'a yardım için Süruri hakkında bir (i'lâl) yuvarladı:
— Süruri aslında Silivri yoğurdu idi, suyunu çekti, sütünü bozdu süruri oldu.

Süruri'nin Aşki'ye mukabelesi daha şiddetli oldu :
— Aşki aslında Fışkı idi (F) nin yuvarlağından lokomatif geçti. (F) yırtıldı, ağzını açtı, üstündeki nokta da kaçtı, Aşki oldu.

Fikir Paletinin Renkleri

Fikir Paletinin Renkleri


Küçük çocuklar ve bazı vahşiler için birşey ya iyidir, ya kötüdür. Ya aktır, ya karadır. İkisi ortasında çok muhtelif nüanslar olamaz.

Arapça asıldan geldikleri için "bembeyaz" ve "simsiyah" Frenkçe'den geldiği için "gri" diyemeyen ve yetmiş ikibin renkten bahsedemeyenler bir fikir ve İfade yoksulluğuna sürüklenmiş oluyorlar. Fakat bilmek gerekir ki, kelimeler, fikir paletinin renkleridir. Onların sayılarını artırmak fikir zenginliğine çıkaran bir tüneldir.

"Büyük adam" diye anılan kimselerin ne kadar geniş kelime hazinesine sahip oldukları da gözden kaçmayacak kadar bir gerçektir. Kelimeler onları dile hakim kılmıştır. Dile hakim olan İnsan, büyük bir güce sahiptir.

Öbür taraftan, bir dilde bir mefhumu ifade için kullanılan kelime sayısı ne kadar kabarıksa, o dili konuşan milletin o mevzuda o kadar seviyeli bir hayatı var demektir.

Meselâ, Türkçe'de yiğitlik ifade eden su kelimelere bakın: Er, eren, yiğit, alp, batur, merd, bahadır, cesur, kahraman, cilasun, dilaver, dilir, yavuz, yaman, ariz (iriz), kakiz, arslan, boru, efe, gözüpek, hatta, kabadayı ve deli gibi, Türkçe veya türkçeleşmiş daha nice kelime, bizde türlü kahramanlıklar için kullanılan isim ve sıfatlardır. Böyle daha nice kelime ve deyimler vardır ki, meselâ: "gözünü daldan budaktan sakınmaz" gibi me-caz olarak, böyle manalar verir. Savaş meydanlarına av eğlencesine girer gibi, neş'eyle gitmiş ve ömrü savaşlarda geçmiş, fatih bir milletin kelimeler dünyasında böyle sözlerin çok sayıda olması gayet tabiidir.

Renk adlarının çokluğu bir milletin renk anlayışını ve renk kültürünü gösterir. Renkleri birbirinden ayırt eden bir kültürde zevk ve sanat âleminde büyük mânâ hatta büyük medeniyet ifade eder.

İşte bu çeşitten olarak, eski Türkçede güzel İfade eden kelimelerin çokluğu dikkati çeker. Bunların çok muhtelif güzellikleri belirtmesi, başlı başına bir dil ve estetik hadisesidir.

Çünkü bir dilde güzeli ve güzellikleri değerlendiren çok sayıda kelime bulunması, o dili kullanan milletin güzelden anlaması, hem çok iyi anlaması demektir. Böyle bir milletin de bütün sanat dallarında ve bu arada şiirde, edebiyatta güzel eserler vermesi tabiidir. Bizim Divan Şiirimizde mükemmel güzellik gayesiyle söylenmiş nice güzel sözlerin, dörtbası mamur bir güzellik arz etmesi de bundandır.

Şimdi güzellik için kullanılan bazı kelimelere dikkat edelim: "Lâtif", ince, şeffaf hatta ruhani güzelliği; "Zıba", süsü ve yakışıklı güzelliği; "hoş", bilindiği gibi hoşa giden güzelliği; "tarâvet", tazeliği ve taze güzelliği; "dîdar", yüz güzelliğini; "rânâ " gül-i ranada ve nergiste olduğu gibi, renkli güzelliği, ya doğrudan doğruya veya mecazla ifade ederler. Fakat eski dilde" güzel"i anlatan kelime sayısı bunlarla bitmez. Bunlardan başka meselâ şirinlik, sabahat, melahat, vecahet, cemâl, beha, hüsün, ân, ve benzeri gibi daha nice kelime, çeşitli kullanılışlarıyla, muhtelif güzellikleri söylerken, tek kelimeye doyamamış gibi eskiler bunlardan bazılarını "hüsn-ü cemâl", "hüsn-ü behâ", "hüsn-ü ân" gibi bir anda kullanırlardı.

Bütün bunlar, güzele ve güzelliğe âşık bir milletin halkını, aydınlarını asırlarca tatmin etmiş, bu arada, cemâl gibi, didar gibi kelimeler, ilâhi güzelliği ifade ettikleri için kullananlara, mânevi bir haz vermiştir.

Gelgelelim, "lâlezara" kargalar konmuşçasına, bugünkü Türkçe bunlardan mahrum edilmiş, bunların çoğu halk içinde yasayan Türkçe'ye yabancılıkları yüzünden, kendiliğinden terkedilmiş, mühim bir kısmı uydurma dilcilik yüzünden dilden atılmış fakat yerlerine yenileri konulmadığı için de Türkçe bütün bu güzellikleri ayrı ayrı İfade eden kelime zenginliğinden uzak ve fakir kalmıştır Bunun içindir ki Resad Nuri Güntekin, Türkçe'de güzel'in ölümüne dikkati çekmiş, bu fakirlikten çok acı şikayetlerde bulunmuştu. Daha birinci "Türk Dili Kurultayında" şöyle demişti:

Bir misâl arz edeyim: "Les anciens etaient plus beaux, mais nous som-mes plus jolis" cümlesi.

Fransızca bilmeyenler için bu cümleyi huzurunuzda tercüme etmek isterim. Fakat hakikaten buna imkân yok, meğer ki tefsir yapalım.

"Beau" ile "joli", güzelliğin, iki ayrı çeşidini gösteren iki kelimedir. (Şimdi bu cümleyi tercüme için): "Eskiler bizden daha güzeldi fakat biz onlardan daha güzeliz yahut lâtifiz, şiriniz." desek ne anlaşılır. Muharririn maksadı doğru olarak ifade edilmiş olur mu? Su hâlde bu cümleyi tefsir ile tercüme etmek icab ederse, sahife altına not çıkmak: Eskilerde "büyüklükten, asillikten, çizgi intizamından" doğmuş bir güzellik vardı. Bu itibarla onlar bizden güzeldiler. Bizde, "incelikten, zerafetten, şirinlikten" gelme bir güzellik vardır. Bu nokta-i nazardan biz onlardan üstünüz."

Onun söylediği Fransızca cümlenin anlatmak istediği "klasik güzellikle" "modern güzelliğin" arası şimdi daha büyük uçurumlarla açılmış bulunuyor ve Türkçe'miz, o günden beri yapılan çeşit çeşit tersi çalışmalar yüzünden, bu çok mühim boşluğu dolduramıyor.

Dilin fakirleşmesi ve bize şiddetle küsmesi yüzünden daha büyük ve daha hayati kayıplarımız oluyor...

Güvercin İngilizcesi

Güvercin İngilizcesi

Tarihimiz içindeki uzun bir "oluş ve yontuluş" devresinden sonra kemâle eren Türkçe'yi yalnız ana dilimiz olduğu için değil, sade ve erişkin bir dil olduğu için de severiz. Türkçeyle meşgûl olan garblı âlimler de Türkçe'nin bünye ve kelime gücünü överler.

Hemen bütün garb dilleri HintAvrupa dil âilesinden oldukları için, bir fikri ifâde ederken bol bol münferid kelime sıralamak, aralarına da yardımcı fiiller serpiştirmek zorundadırlar. Türkçe, Ural-AItay dil ailesinden olduğu için küçücük bir kelimenin ortasına, sonuna birer ikişer ekler katmakla pek çok şeyler söyler ve pek çok şeyler dinleyebiliriz.

Ya o "deyimler"imizin bolluğu ve güzelliği! Sanki her biri tek başına birer minyatür renk hokkası, birer minyon "Nippon hok-ku" su (birinci mısraı beş, ikinci mısraı yedi, üçüncü mısraı yine beş hecelik Japon şiiri) dur. Ya atasözlerimiz! Sanırsınız her biri dünyanın en âlim, en fâzıl filozofunun dudaklarından dökülmüş; sonra da bazı hocaların eleğinden geçerek Türk mizahına bürünmüştür.

Fakat bu güzel dil kışırlaştırılmak, fakirleştirilmek, daha fenası çirkinleştirilmekle karşı karşıyadır. Sanki "Güvercin İngilizcesi"ne çevrilmiştir. Yani, İngilizce'nin bütünü Anglo-Saksonca olarak kalmış, esas millî karakterini kaybetmemiş, buna karşılık yüzbinlerçe yeni kelimenin ilâvesiyle her türlü his ve fikir inceliklerini ifâdeye muktedir dünyanın en zengin ve renkli bir dili hâline gelmiştir. Fakat böyle bir dili bütün imparatorluk ahâlisinin konuşmasına imkân olmadığından, bu dev İngilizce yanında, bir de cüce İngilizce türemiş, Pigeon English (Güvercin İngilizcesi) nâmıyle Uzak-Dogu kolonilerine yayılmıştır. Aşağı yukarı bin kelimeden mürekkeb bu dilde, bütün fikirler işte çok daracık bir mefhum çerçevesi içinde anlatılacaktır. Basit bir fikri ifâde edebilmek İçin bazan ağız dolusu kelimeyi sıralamak gerekecekdir. Sekizyüzelli kelimelik "Basic English "(Temel ingilizce) de böyledir. Meselâ "sakal"mı diyeceksrniz?"ot var surat"; "Cep" mi diyeceksiniz?

"Sepet var uzun don"; "Güneş"mi diyeceksiniz?, "İsâ var lâmba!";

"Piyano" diyecek olursanız "Büyük kutu senin parmaklar onun dişler vurmak o bağırmak! "derecesine insanı güldürecek, tarzanca ifâdeler bulmak zorunda kalacaksınız. Simdi Uzak-Doğu'yu bırakıp biraz da Yakın-Doğu'ya, memleketimize gelelim. İngilizce "tape-recorder"in Türkçesi nedir biliyor musunuz? En aşağı bir düzine şekli var. Ama gazete ilânlarından birinde göze çarpan su varyantı hiç unutamazsınız: "Selüloz şeride mikrofonla ses alma cihazı" Buna Türkçe'mi demeli, yoksa güvercin Türkçe'si mi, artık ona siz karar verin..!

Neslimizin mahrum olduğu bir devre ait dilimizin olgun meyvelerinden birinin izahını Kaplan'ın kalemine havale edelim:

"Geçen gün Fuzuli Divan'ında şimdiye kadar dikkatimi çekmeyen harikulâde bir şiire rastladım. Bugünkü neslin maalesef diline ve ruhuna yabancı kaldığı bu şiiri anlatmak, tattırmak bir hayli güç, fakat yine de bunu deneyeceğim. Hiç olmazsa, Van Gogh'un resimlerine benzeyen kalin imaj örgüsü hakkı'nda bir fikir vermek için onu bugünkü dile çevirmeyi faydalı buluyorum. Söyle diyor Fuzûli:

"Gece, yeni ayın anahtarı ile hazinesinin kapısını açınca, gökyüzünü cevahir ölçen bir tas gibi boşaltıyor."

"Dünya testisi, güneş çeşmesinin suyunu saklayarak, katre katre yıldız damlalarını sızdırır."

Şairin imajlarla kâinatı nasıl değiştirdiğini görüyorsunuz. Fakat bu imajlar tesadüfi değildir. Fuzûli'nin yaşadığı dekora, hayata, âna tamamiyle uygundur. Şiiri okurken, şair, çöl gecesinin koyu karanlıkları içerisinde, mücevher gibi parlayan yıldızlara bakarak hakir topraklar üzerinde bedbin otururken görür gibi oluyoruz.

Geceyi yıldızlar sızdıran bir testiye benzetmesi, o yakıcı çöl susuzluğunu ne güzel hissettiriyor. Başka bir iklimde gecenin böyle bir imaj doğuracağını zannetmiyorum. Sür baslarken, gece ile beraber bir şark masalının hazineleri içine dalıyoruz. Ve kâinat, karanlığın ortasında bir sürahi gibi dönmeye başlıyor.

Şiirde başka bir unsur, gecenin karanlığı ile tezad teşkil eden "ışık" unsurudur. İlk beyitte ay, yıldızlar hazinesinin kapısını açıyor; ikinci beyitte feleğin testisi "güneş çeşmesi"nin suyunu sızdırıyor.

Birdenbire (bu şiirde) Haşim'i hatırladım. Malûmunuz, çocukluğu Fuzuli'ninki gibi çöl gecelerinin esrarlı karanlıklarıyla geçmiş olan "Piyale" şairinin eserlerine de gökyüzü, ay ve yıldızlar hâkimdir.

Irak, astrolojinin doğduğu yerdir. Belki de gündüz, güneşin gözleri kör etmesi ve hayatı kalın duvarlar arkasında hapsetmesi sebebiyle, bu iklimde yasayan insanlar, geceleyin biraz nefes alabiliyorlar. Ve yıldızlar âleminin sonsuzluğuna dalarak, kendilerinden geçiyorlardı.

Mecnun çöl gecelerinde yıldızlara baka baka dünyayı, kendisini ve hatta Leylâ'yı unutur da karanlığın içinde kaybolup gitmeyi arzular. 20. asrın adamı olmakla beraber, gecenin İlham ettiği bu mistik duygu Haşim'de de vardır.

Fuzûli kendi hayatı İle kâinat arasında derin münasebetler kurar. Bu münasebetler kelimenin tam mânâsıyle trajiktir. Şâir, koca kâinat ortasında dar bir hapishânede imiş gibi sıkılır.

Onun, varlığı imajlar vasıtasıyla değiştirerek bir masal hâline getirmesi de, kendisini, hücresinin duvarlarını fantastik resimlerle süsleyen bir mahkûm gibi hissetmesinden dolayı değil midir?

Şimdi düşünelim. Acaba "Güvercin İngilizcesi"ne benzetilerek kısır ve fakir hâle sokulan bir dille, bu ince hisler ve güzel imajlar dile getirilebilir mi?

İmparatorluk Dilleri

İmparatorluk Dilleri

"Türkler en eski çağlardan beri kendi dil ve kültürlerinde bulunmayan şeyleri başkalarından almaktan çekinmemişlerdir. Valery: Aslanın vücudu, yediği hayvanlardan oluşur, der. Yaşayan her varlık, kendisini besleyen gıdayı dışarıdan alır ve kendi bünyesine karıştırır.

Kültür eserleri, kullanılan kelimelere bağlı olduğu için, zaruri olarak ana dile yabancı kelimeler girer. Bunlar birike birike bir okyanus teşkil ederler. Dünyada saf hiç bir ilim ve kültür dili yoktur. Bu bakımdan özleştirmecilik tarihin akışına ve kültüre aykırıdır." Kaplan'ın bu hükmüne katılıyoruz. Nihat Sami Banarlı ise, imparatorluk dillerinden bahsediyor:

"Diller, fonetik gelişmelerine, morfolojik teşekküllerine; doğuşlarına, yayılışlarına, basit veya sentetik diller oluşlarına ve daha başka dil kanunlarına göre, türlü araştırmalara mevzu olmuştur.

Fakat dillerin, bir de milletlerin mazisinde tarihî kaderine ve yaşadıkları maceralara göre, bizzat tarih eliyle yapılmış bir sınıflanışı vardır.

Evet bir kısım diller vardır ki, yalnız bir vatanda değil, birçok vatanlarda devlet kurmuş milletlerin dilleridir. Bu diller, normal olarak, medeniyet ve hâkimiyet götürdükleri ülkelerin dillerinden derlenmiş kelimelerle de zenginleşmiş büyük dillerdir. Başka bir deyişle imparatorluk dilleridir.

Bu dillerin sâhipleri, hâkim oldukları topraklardan vergi alır, baç alır, mahsûl toplar gibi, kelime de alırlar. Hem bu alışın ölçüsü de yoktur. Kendilerine lâzım olduğu kadar veya canlarının istediği kadar alabilirler. Çeşitli ülkelerden derledikleri lüzumlu kelimeleri alırken de kendi dillerinin gramerine, estetiğine ve fonetiğine göre millileştirerek, kendi kelimeleri yaparlar. Biz bunlara, öteden beri fethedilmiş ülkeler gibi "fethedilmiş kelimeler" diyoruz.

Bu saydığımız vasıflara, şüphesiz bazı farklarla uygun imparatorluk dilleri, Arapça, Türkçe, Latince, İngilizcedir. Bu dillerin hiç biri "özdil" değildir. Esasen yeryüzünde hiç bir kültür ve medeniyet dili hiç bir zaman "özdil" olmak taassubuna ve basitliğine iltifat etmemiştir.

Meselâ yakın asırlara kadar, Lâtinceyi özdil sananlar vardı. Fakat dil, tarih ve edebiyat tarihi araştırmaları ortaya koydu ki, Lâtince özdil değildir. Bu lisanın kelimelerinin % 50 si Yunancadan alınmıştır. Geri kalan kelimelerin de mühim bir kısmı değişik ölçülerle, Lâtinceye başka dillerden girmiştir.

Fakat her büyük dil gibi, Lâtincenin de "sesi" ve "mimarisi" millîdir.

Lâtincenin özdil olmadığı anlaşılınca, bütün gözler Yunancaya çevrilmiş ve ilk anlarda öyle sanılmıştır ki, dünyanın ilk büyük destan edebiyatını, şiirini, trajedisini, felsefesini ve mitolojisini ortaya koyan Yunanca, özdildir, fakat bu ihtimâl de boşa çıkmıştır. Ve hemen anlaşılmıştır ki, Yunancanın en az yarıdan fazla kelimesi başka dillerden alınmışdır. Bunlar, Makedonya, Anadolu, Suriye ve muhtelif Mezopotamya dilleridir.

En muazzam bir dil olan Arapça da, başta İbranî olmak üzere, Yunancadan, Lâtince'den, Sanskritçe ve Farsçamdan ve daha birçok dillerden kelime almıştır. Başka dillerden alınmış kelimelere Araplar, "muarreb" yani Arapçalaşmış kelime derler. Fakat bu kelimelere, hangi dilden gelirse gelsin, kendi dillerinin damgasını vurmakta büyük ustalık gösterirler.

Arapçanın, Yunancadan alınma Philosophia ve philosophos kelimelerinden felsefe ve feylesof gibi, tefelsüf ve felâsife gibi? yine yunanca sophia kelimesinden, sufî gibi, tasavvuf gibi, mutasavvuf gibi kelimeler ortaya koyması böyledir. Fârisîden alman endâze kelimesinin Arap dili bünyesinde hendese âhengine girmesi ve bundan, meselâ hendesî gibi, mühendis gibi, Türkçe'ye de girmiş kelimeler doğması, böyle bir hâdisedir. Yine Farsçadan alınan devan kelimesinin Arapça divân âhengi alması, bundan devâvin gibi, tedvin gibi, müdevven gibi, kelimelerin doğması böyledir.

Arapçanın, daha Miladın VII. asrında Kur'an Lisanı gibi muhteşem bir ifade kudretine ve yüksek müzikâliteye sâhip, ilâhî bir dil olması, başka dillerden alabildiğine faydalanmış fakat aldığı her kelimeyi, ebekuşağı altından geçirmişçesine, Arapçanın gramerine ve fonetiğine adapte ederek arapçalaştırmış olmasının tabiî zaferlerindendir.

İmparatorluk dillerinden birisi de İngilizcedir. İngilizlerin, "Bahtiyardır o İngilizce ki, onda her dilden kelime vardır." sözü, bu şuurlu imparatorluk dili anlayışının bir ifadesidir.

İngilizce de, tıpkı Arapça gibi, başka dillerden aldığı kelimeleri, hususî bir söyleyişle, yani bu kelimelere İngilizcenin sesini vererek millileştirmiştir.

Bu dilde, bugün, hâlâ % 75 nispetinde Lâtince ve Fransızca kelime vardır. Fakat bu kelimelerde öyle bir ses değişikliği yapılmış ve kelimeler Öylesine İngilizce olmuştur ki, bunlar, bir milletin kelimelere millî bir musikî verişindeki sihirli coğrafya tesirini ve kavmi" dehâyı gösterir.

Meselâ aslı Lâtince olan Cultûra kelimesinin Fransızcası kültür (culture), fakat İngilizcesi "Kalçır"dır. Kalçır artık İngilizcedir.

Tıpkı bunun gibi, finâl kelimesi Fransızca, fakat aynı şekilde yazılan ve aynı mânâda kullanılan faynıl, İngilizcedir. Fransızcada kestiyon telâffuz edilen kelimenin İngilizce'de Kuveşçın âhengine girmesi de böyledir. Kuveşçın İngilizcedir.

Görülüyor ki, dillerin kelimeleri değil fakat sesleri millîdir. Her dilin kendi iç ve dış musikisi millîdir.

Hiç bir medeniyet dilinin bütün kelimeleri millî olamaz, fakat sesi mutlaka millî olur. Bir de mimarîsi millî olur. Yani kelimelerin yanyana gelmesinden doğan söz istifi, bu yanyana gelişlerin meydana getirdiği ifade âbidesi millîdir. Kısaca cümle yapısı millîdir.

Onun İçin bizde "devrik cümle" millî değildir. O kadar ki, Türk ancak telaşlandığı, dili dolaştığı, acele konuşmak zorunda kaldığı, kısaca şaşırdığı zaman devrik cümleyle söyler. Zamanımızdaki devrik cümle bolluğu da böyle bir şaşkınlığın ifadesidir.

Türkçe, daha Ortaasya'daki kuruluş asırlarında bile, özdil değil bir imparatorluk diliydi. Zamanla kendisine lâzım olan eşya, iman, tefekkür ve hayata ait kelime ve mefhumların mühim bir kısmını başka dillerden almıştır.

Meselâ, en eski Türkçeye "TÖRE" kelimesi, İbrânîceden, "ev" kelimesi Arâmî dillerinden; bugün öztürkçe zannedilen ve "şehir" kelimesi yerine kullanılmak istenen "kend" "kand" "kent" kelimeleri Soğdsanskrit dillerinden; acun kelimesi Soğdcadan; Yunancadan semâ mânâsındaki kök (gök) kelimesi; Oğuz Kağan destanında rastladığımız "sıra" kelimesi, hatta kahraman mânâsındaki "âlp" kelimesi Moğolcadan girmiştir. Yine Oğuz Kağan Destanında rastladığımız "dost" kelimesi, Türk diline Farsçadan girmiştir. Eski Türkçede böyle kelimelerin sayısı çoktur.

Sebebi anlaşılamaz bir davranışla bazı kimseler, Türkçeye daha çok Moğol istilâsından sonra ve tarihte ilk defa zorla sokulmuş, bir takım geri kelime ve ekleri de Türkçe sanmış ve bunları Türkiye Türkçesinde diriltmeye kalkışmışlardır. Bugün devlet teşkilatında kullanılan “sayıştay, danıştay, Yargıtay” gibi kelimelerdeki ekler, böyle ek'ler ve böyle yanlışlardır. Bu kelimeler Türkçe değildir. Yine onların uydurdukları görev, ödev, saylav, söylev gibi kelimelerdeki ekler de böyledir. Bu kelimeler de Türkçe değildir. Tarihte büyük medeniyet kurmuş milletlerin Türkçede tamâmiyle millîleşmiş kelimeleri atıp, yine tarihte Türk milletine en büyük fenalığı yapan Moğollar gibi barbar bir kavmin kelimelerini, bu millete, Türkçedir diye kabul ettirmeye kalkışmak en azından şaşkınlıktır.

Bir dilin, yalnız bir vatanda değil, birçok vatanlarda işlenip güzelleşmesi, o dile, bu engin vatan topraklarından yükselen, zengin ve üstün sesler kazandırır. 0 milletin dili, musikî üstünlüğüne yükselir. Türk dili üzerinde yürekten konuşabilmek için, önce bu musikîyi, yani bu vatanın seslerini duyabilmek ve anlayabilmek lâzımdır.

Türk dili, bugünkü Türkiye topraklarına, eski Asya ülkelerimizin hür ufuklarla çevrili bozkırlarından kopan gür ve erkek sesli bir musikîyle gelmiştir. Bu sebepledir ki, Türkiye Türkçesinde eski bozkır sesleri ve İdil ırmağının akışından yükselen sesler vardır.

Fakat Türkiye Türkçesinde bu kadîm sesler yanında Nil Nehri'nin taşkınlığı da seslenir;. Dicle'nin, Fırat'ın, Tuna'nın, Meriç'in ve Anadolu ırmaklarının akışları da...

Türkiye Türkçesinde Karadeniz kıyılarının poyraz rüzgarı kadar canlı, çevik ve çabuk sesler de vardır; Adalar denizi sahillerinin Lodos rüzgârı, zeybek musikîsi ve efe raksı gibi heybetli, ağır ve atmosfer dolduran sadâları da...

'Aynı dil Tanrıdağı rüzgârlarının uğuldayan seslerinden ne kadar hâtıra saklıyorsa, Macaristan Ovalarında, dünyaya gücümüzü tanıtmak için ilerleyen Sultan Süleyman ordularının hür davullarında da o kadar heybet ve hâtırayla yüklüdür.

Arabistan çöllerinin uzun, İran yaylalarının uzatılan sesleri; İtalyan sularında, korsanlar kadar, dalgalarla da çarpışan leventlerin bu.-zafer ve mâcerâ ufuklarından getirdikleri gür sesler, Türkiye Türkçesinde ve onun bütün yaşayan kelimelerinde bir musikî saltanatı hâlinde mevcuttur.

Böyle bir dilin kelimelerini hor görmek, hakir görmek, dilden atılabilir görmek, en az onların "oluş ve yontuluş" tarihini bilmemekten, hatta sevmemekten doğan büyük gaflettir.

Milletimiz tarafından fethedilmiş topraklar nasıl vatanımız olmuşsa aynı şekilde "fethettiğimiz kelimeler" de bizim kelimelerimiz olmuştur. O kadar ki, yıllarca evvel, Asya'daki verdiğimiz topraklar yetmiyormuş gibi, bizden Kars'ı ve Ardahan'ı isteyen ihanet dolu yabancı emele karşı bir şairimizin söylediği gibi:

Verilmeyecek şeyler vardır,
Şeref gibi, şan gibi...
Kars gibi, Ardahan gibi...


mısralarından yükselen sesler, nasıl, "toprak verilemez" diyorsa, tıpkı bunun gibi, asırlarca malımız olmuş, sesimizle, sanatımızla işlenmiş; ev, aile, köyümüze, aşk ve imanımıza girmiş; heyecanımıza işlenip vicdanımıza yerleşmiş ve bizim olmuş kelimeler de verilemez! Bunlar bizim zafer ve şeref hatıralarımızdır. Bunlar bizim büyüklük devirlerimizin ve yüce duygularımızın zafer âbideleridir. Bizimdirler ve bizim kalacaklardır."

Popular Posts